Clicky

İnsanın Malikiyet Problemi

MUKADDEME

“Şeriat-ı Münzele ve Şeriat-ı Fıtriye” başlıklı bir yazımda, Ahmed İhsan Genç Hoca’mızın bizlere yaptığı bir derste özellikle haber verip dikkatlerimizi celbederek “şimdiye kadar ümmetin teraküm eden ilmî birikim ve maarif hazinesinde hiç misli görülmemiş; yani başka kitaplarda olmayan ve Risale-i Nur’un müstesna ve taravvettar yüzden fazla semere ve meyvelerinden biri” olarak tarif ettiği “Şeriat-ı Fıtrîye” dersini kusurlu da olsa nazara vermeye çalışmıştım. Kendisi de başlı başına küllî bir hazine olan; bildiğimiz şeriattan hariç, ikinci bir şeriat olarak bahsolunan şeriat-ı fıtriyenin kıymeti, hâlen asrımız insanınca anlaşılamamıştır. Zira mevcudiyetinden bihaberiz. Bu konu üzerine çalışıyorum ve söylemek isterim ki bilmesi lazım gelenler ne yazık ki ya hiç bilmiyor ya da bilenler çok yüzeysel kalıyor. Hocamızı istisna tutmak üzere meseleyi etraf-ı erbaasıyla bilene rastlamadım. Kendimi de yüzeysel ve afakî kalan malumatfuruşlardan kabul ediyorum. Yine de bizler, bir işi tamamen yapamıyorsak, tamamen da terk etmeyiz ve onu anlamaya çalışırız.

Kur’an-ı Kerim’de geçen “Kitab-ı Mübin” ifadesinin bir tefsiri mahiyetindeki şeriat-ı fıtrîye, (basitçe tarif etmeye çalışırsak) kâinatın hikmet nazarıyla bir kitap gibi görülüp okunmasıdır ve okunan bu kitab-ı kâinatın ahkâmına riayetin ders verilmesidir.

Allah’ın kelâm sıfatının tezahürü olan Kur’an-ı Hakîm, ezelden gelip ebede gideceğinden asla mâhluk değidir. Fakat o Kur’an-ı Azimüşşan’ın ahkâmının ders verildiği, yani Allah’ın kudret sıfatının tecellisi olan âlemdeki tüm yaratılışın her biri aslında birer ayettir. Evamir-i tekviniye denilen sünnetullahın tezahüründen ibarettir. İşte kâinatın kevnî ve yaratılış ayetlerinin okunduğu ikinci bir kitap olan bu fıtrata, yani Fâtır’ın nizam ve intizamına Risale-i Nur ölçüsüyle “Şeriat-ı Fıtrîye, Furkan-ı Cismanî veya mücessem Kur’an” deniliyor. Zira kâinat, mikrosuyla ve makrosuyla hep ayettir. Nihayet mecmuu da bir âyet-ül kübra olarak bize Rabb’imizin esmâ ve sıfatını gösteren aynalardır.  

Nasıl ki Kur’an’ın ayetleri bize Rabb’imizi bildiriyor. Aynen öyle de bu mücessem Kur’an, eşyalar ve sebepler denilen mevcudatta yaratılış ayetleriyle Nur-ul Envar’ın nurunu aksettirip bize Hâlık’ımızı, Mâlik-i Kerim’imizi ve Rabb-i Rahim’imizi bildiriyor.

İşte kâinat kitabının ayetlerinin belki manâ-yı harfî cihetiyle hem bir alfabesi hem de dersleriyle belki en büyük bir medresesi olan Risale-i Nurlar,  Kur’an’ın hakikatini bize yansıtan ne kadar güzel ve parlak aynalardır.

İNSANI BASİTÇE BİR OKUYUŞ

Bugün bu mücessem Kur’an’ın müstesna ayetlerden birisi, esrarengiz bir varlık ve cami mahiyetiyle şecere-i kâinatta çekirdek-misal fıtrata sahip insan ayetine bakmak istiyoruz. Onu kusurlu ve nakıs bakış açımız ile bilhassa Nurlar’dan yardım alarak okumak arzu ediyoruz.

“İ’lem eyyühe’l-aziz!

Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de mânen kapalıdır. Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi (gizli hazine) açan ene namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kâinatın da kapıları açılıyor.”[1]

Yukarıdaki ifadelerden anladığım kadarıyla ene miftahının, yani benlik anahtarının sırrı insanın cami mahiyetine karşı olan bakışında yatıyor. İşte bu bakışı yakalamak için insanın çok vecihlerinden bir vechi olanmalikiyetinin içyüzünü iki basamakla ele alacağız. Birinci basamakta insanın mâlikiyet problemini anlatacağım. İkinci basamakta ise bu malikiyete bakışta felsefî, manayı ismî bir nazarın nasıl problem oluşturduğuna ve Kur’anî, mana-yı harfî ve bakışın ise nasıl saadet ve hayırı netice verdiğini göstermeye çalışacağım.

Birinci Basamak:

Öncelikle hiçbir şey kendine mâlik değildir. Esasen insanın malikiyetinde problem olmaması icap eder. Zira kendisi kendine mâlik değildir. Fakat felsefî bir nazar diyebileceğimiz mana-yı ismî ile insan kendine kendisi için bakmaktadır ve asıl problemlere ve sıkıntılara yol açan da budur. Hatta belki mübalağa zannı ile oldukça iddialı kabul edilecek olsa da Ahmed İhsan Hoca’mıza göre asrî insanın her türlü probleminin çözümü bu mana-yı harfî sırrını anlamasında yatar. Tahkikini merak edenleri Risale-i Nur’u dikkatle okumaya davet ediyoruz.

Peki, âlem-i asgar olan insan ve insan-ı ekber olan kâinat neden kendine mâlik değildir? Çünkü aklen ve dinen bakarsak cansızlar, bitkiler ve hayvanlara kıyasla insan açıkça üstün ve mükemmel bir yaratılışa sahiptir. Risale-i Nur’un bize talim ettiğine göre onun cami mahiyetinde diğer mahlûkata göre çok fazla inkişaf etmiş yüzden fazla maddi ve manevi hissiyatı, duyguları ve letaifi vardır. Belki esma-ül hüsnanın nihayetsiz tecellilerini tadacak ve tartacak sınırsız istidata sahiptir. Hem bu insan ihtiyarca da, yani seçme hürriyeti bakımından kâinattaki belki en güçlü sebeptir. Fakat onun kendisine aitmiş gibi zannettiği en görünür yemek, içmek veya düşünmek gibi fiillerinde kendi hissesi yok denecek kadar azdır. Belki ne yemek yiyeceğimizi seçmekte bir ihtiyarımız var. Fakat vücut fabrikasına giren o taama ve gıdaya nasıl ve ne tür ameliyeler ve operasyonlar yapılıyor, hiç bilemiyoruz. Bu en basit görülen işleri dahi tam idare edemiyoruz. Mesela bu yazıyı yazarken aslında ben kendim yazacaklarımı düşünüyorum diye kabul ediyorum fakat bu zahirî faaliyetin nasıl cereyan ettiğini de esasen bilmiyorum. Aklıma veya kalbime gelenleri mi yazıyorum? Okuduklarımın ve dinlediklerimin mahsulü olarak malumatlarımı mı burada derleyip bir sıraya göre veriyorum,  metin o kadar çok değişiyor ki açıkçası pek kestiremiyorum. Belki düşünce meyvesi yavaş yavaş kekreliğini terk edip olgun ve tatlı bir hâl kesbediyor.

İşte insan en zahirî ve kendine aitmiş gibi görülen yemek, içmek veya düşünmek gibi fiillerinden yüzde bir, belki binde birine ancak sahip olabiliyor. O zaman insan, kendi kendini idare etmekten son derecede âcizdir. Hem bir çok şeylere, hatta her şeye muhtaç fakir de bir mahluktur. Kendi kendini dahi idare edemeyen böyle acîz ve fakîr bir insanın kendine malikiyet iddiası ve davası manasız bir hurafeden öteye geçmemektedir.

Mademki insan gibi en mükemmel bir sebep olduğu hâlde kendine malik ve hâkim değildir.

Elbette sair kâinat olan tüm eşya ve mevcudatın da hiçbiri kendine sahip, malik ve hâkim değildir. Her şey aslında “Lehülmülk” olan bir Zât’ındır. O zaman hayatımıza veya sair mevcudata da ben merkezli bakamayız, O merkezli bakmalıyız. Yani kendimize kendimiz için değil; O’na göre ve O’nun için bakmak icap eder. Biz bu bakışa Nurlar’ın müstesna dersiyle harfî bir nazar diyoruz. Yani masivadan hiçbir şey kendisi için değil, bilâkis başkasındaki manayı göstermek içindir. Harfî bir mahiyet ve fonksiyon arz eder.

Mademki insan kendisi kendisini yaratmamıştır. Elbette onu yaratana göre ona bakmak lazım.

Burada medenî hukuk bakımından küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum. Biz şehir hayatında maddi eşyalar üzerindeki mutlak haklarımızı beşeri hukuk açısından basitçe üçe ayırıyoruz. İstimal (Latince: usus; kullanma), İntifa (Latince: usus+fructus; kullanma +yararlanma) ve Mülkiyet Hakları (Latince: usus+fructus+abusus; kullanma+yararlanma+su-i istimal). Misal vermek gerekirse bir yeri kiraladık farz edelim. Burada kiracılık hakkı, sadece oturmamıza imkân veriyorsa sadece istimal, yani kullanma hakkımız var olduğu kabul edilir. Ancak kiraladığımız bu yerin bir kaç odasını başka birilerine alt-kiraya verip onun gelirden menfaat elde etme, yani yararlanma hakkımız da varsa bu intifa hakkı altında mütalaa edilir. Hakkın muhtevası genişlemiştir. Evin zaten sahibi isek istediğimiz gibi tasarruf edebiliriz. İstersek hiç kiraya dahi vermeyip boş tutabilir ve dahi onu su-i istimal edip yok edebiliriz.

İşte mülkiyet hakkı, beşerî hukukta tasarruf açısından yetki ve salahiyetimizin en geniş olduğu haktır.

Şimdi beşerî hukuk gözüyle insana tekrar dönelim. Kendine mâlik olmaktan aciz ve fakir bir insanın Hâlık’ı ve Rabb’i, yani Hayy-u Kayyum ancak O’dur. O Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelal-i Vel İkram’ın insan üzerindeki tasarruf hakkı en geniş hâliyle mevcuttur. Elbette bizi yaratan bizim üzerimizde istediği gibi tasarruf eder. Kendi sıfat ve esmasının sanatının güzelliklerini görmek ve göstermek için bize giydirdiği hayat libası ve elbisesini istediği gibi tebdil eder, kesip kısaltır veya gerekirse uzatır. Tasarruf hakkı ona ait olduğuna göre her şeyi takdir eden de odur. Belki günümüz insanın yaşadığı en büyük problemlerden biri olan bu takdir, yani kaderle kavgalı olmak… İşte kader, Risale-i Nur’da kullanılan üslup ve derslerle, aslında kalp ve ruhumuza ferahlık esintileri veren, intizamlı sanat, hilkat ve yaratılışı müşahede ettiğimiz ve her şeyin ne kadar da güzel olduğunu gösteren hikmet tecellilerinin mecmuasına döner. Kaderin güzelliği de ayn-ı hakikat olarak Nurlarda ispat edilip gösterilmiştir.

İkinci Basamak:

İnsanı malikiyet problemi ile alakalı okumamızı Kur’an harfî nazarı ve felsefenin mana-yı ismî bakışı üzerinden kıyasla biraz daha ilerletelim. Bu sefer Sözler’den 14.Söz İkinci Esas’a parça parça bakalım.

“Kur’ân-ı Hakîmin hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvazenesi: Felsefenin halis bir tilmizi (samimi bir talebesi), bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis (alçak, basit, bayağı) şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir (alçak, rezil bir firavun). Her menfaatli şeyi kendine rab tanır.”

 Neden çünkü kendini kendine malik tanıyor. Sanki kendisi kendisini yaratmış gibi kendine tapıyor, belki tapılmasını isteyen meşhur firavun gibi bir tağut oluyor. Fakat son derece acizlik ve fakirliği ile de başkalarına muhtaç olunca (mesela saltanatının işlerini icrada yardımcılara ihtiyacı var) bu kendine malikmiş gibi, belki kendi kendine var olduğunu zanneden ahmak Firavun ne kadar zelil bir hâle düşüyor. Zira o hasis menfaati için küçüldükçe küçülüyor. Zelil bir hâl alıyor.

“Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.”

Çünkü Rabbini tanımamakta, kendine malik olmadığını görmemekte ve onun emirlerine karşı gelmekte ısrar ediyor, O’na karşı inad ediyor. Hâlbuki menfaati olduğumda ne hâle düşüyor.

Bu nasıl bir tezat!

“Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî (alçak) bir muanniddir.”

Belki o şeytan gibi şahısları temsil edenlerin bir nev’î bu zamanda bir kısım siyasetçiler olabilir. Hâliyle kendi şahsi menfaatini başkalarının umumî zararında görenler alçak oluyor.

“Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur (kendini beğendirmeye çalışan).”

Kendiyle övünüyor. “Şöyle yaptım, böyle ettim.” veya cebbarane “Yaparım, ederim.” filan diyor fakat acizlikten başka bir şey de elinden gelmiyor. İfade kapalı bir manayla belki “Sen kimsin ki arkadaş, hizaya gel. Kul olduğunu bil. Bu hayatı kendi kafana göre yaşayamazsın. Sen de sair tüm mevcudat gibi ancak bir askersin. İstesen de istemesen de Sultan-ı kâinatın ordusundasın. Bilirsen nefis ve şeytanına karşı savaşmakla mükellefsin. Vazifeni bil.” diyor.  Her şey mükemmel bir şekilde kendilerine emir ve irade olunanı yapıyorken biz hangi cüretle bu intizam-ı âlem olan şeriata muhalefet edebiliriz? O Sultan’ın mikrolarda olduğu gibi makrolardan, yani yıldızlar gibi büyük neferlerden teşekkül eden muazzam orduları vardır.

“Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir (kendi için endişe eden, kendisini düşünen) ki, gaye-i himmeti, nefis (benlik) ve batnın (karın, mide) ve fercin (uçkur) hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.”

Çünkü bu hâlde insanda nereyi kazsak altından enaniyet, benlik çıkıyor. Hep kendimizi merkeze alarak hayatta kendimiz etrafında dönüyoruz. Hâlbuki bilmiyoruz ki kendimiz de kendimiz için değiliz. Hep kendi menfaatimiz için endişe ediyoruz. Gaye-i himmetimiz nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmine dönüyor. “Menfaat-i şahsiyesini, bazı menfaat-i kavmiye (milletin, kavminin menfaati) içinde arayan dessas bir hodgâmdır (çok hilekâr bencil bir insan)”.. Çünkü asıl olarak kendinden başka hiçbir şeyi ve kimseyi düşünmüyor. Hamiyetperver maskesi taksa da altında yine “ben” var.

“Amma hikmet-i Kur’ân’ın halis tilmizi (samimi talebesi) ise, bir abddir (kuldur).

Fakat âzam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez.”

Eynes sera mines süreyya! Yani sera süreyya arası ne kadar büyük bir mesafe var. Çünkü onlar da kendisi gibi bir kul, kendisine ne verebilir ki?.. Onlardan ne beklenir ki? Yoksa onlara mı teşekkür edeceğiz, Allah’tan gayrıya mı minnettar olacağız?

“Hem Cennet gibi âzam-ı menfaat (çok büyük menfaat) olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir (şerefli ve yüksek bir kul).

Çünkü gayesi Allah rızası, O emir etmiş ve emrettiği için yapıyor. Emir karşılığında pazarlık yapmıyor. Cennetin karşılığında değil, Rabbine olan muhabbeti dolayısıyla O’nun rızasını ve hoşnutluğunu kazanıp tahsil için ibadetlerini ve kulluğu yapıyor ama bu halis bir tilmiz ise böyle olur. Gerçi cenneti taleb makul bir durum aynı zamanda, yani Rabbimiz bizi buna teşvik ediyor. Bununla beraber samimiyette kulların mertebesi yükseldikçe artık menfaat hesapları olmuyor. Tertemiz bir niyet ve pür-ihlas. Ahmed İhsan Genç Hoca’mız bir vecize olarak “Kemal-i ihlas, kemal-i istiğnadır.”derdi. Yani maddi ve manevi sırf Rabb’imiz ile gına bulup zenginleşmektir ki başkalarına minnet etmemekle oluşan beklentisizlik, belki hoş bir kanaat hâlini ifade ediyor. Her münasebetinde doğrudan doğruya Rabb’inden alan veya veren bir âdem; yalnız O’nun için olan en yüksek bir kulluğu icra ediyor. İşte böyle bir rıza mertebesine Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de talebelerine vasiyetinde, “Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.” şeklinde bize formüle edip ders veriyor.

“Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim, halimdir.”

Çünkü bir ayna olduğunu biliyor, haddini biliyor. Cebbar, katı, tahakküm eden bir tavırda değil yumuşak huylu, muhtemelen inşallah diyor. Selametli bir yol üzere temiz yaratılışa, fıtrat-ı selime üzerine gidiyor.

“Fakat Fâtırının gayrına (Yaratıcısından başkasına), daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül (onun önünde alçalmaya) etmez.”

Kendini kimseden üstün görmediği gibi aşağıda da görmüyor. Onlara tezellül etmiyor. Zillet çekmiyor. “Tevekkelnaalellah” diyor ama nasıl bir deyiş ki: Başkalara boyun bükmek zorunda kalmıyor. Belki onun sırrından kalben ve lisanen samimi duasıyla orantılı derecede istifade ediyor.

“Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona iddihar ettiği uhrevî servetle müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir.”

Yine Ahmed İhsan Hoca’mızın az önceki dersi ki: Yani o Rabb’isiyle gani ve zengindir. Rabb’isiyle güçlüdür ve kudretlidir. Haksızlık karşısında, zulüm karşısında boyun eğmez. Eğmeye de ihtiyaç duymaz. Onun mâliki kerimdir ve ikram sahibidir.

“Hem yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî için, fazilet için amel eder, çalışır.

İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvazenesiyle anlaşılır.”

Allahuekber. İfadeler o kadar latif, berrak ve selis ki ne güzel akıyor. Nefsime hitap etmek gerek ki: Al bu da kulağına küpe olsun Hedef, gaye ve maksat ne imiş öğren. Çünkü insan kendisi kendisi için değilse, bir zabit olarak atandığı bu kâinat ordusunda vazifesini iyice yapmaya mükellefitir. Rabbimizin esma ve sıfatına ne kadar güzel bir ayna olursa yani faziletini ne kadar âli kılıp, yükseltebilirse o nispette değer görecek ve kıymet kazanacaktır. Zira kulluk bunu icap eder. Bir sultan, raiyyetinin kıymetini onların yaptıkları vazifelerdeki muvaffakiyet ve iyilikleriyle takdir eder. O zaman insan “Neden ben, benliğim ve kendim için olmayacağım? Benim hiç mi kıymet-i harbiyem olmayacak?” gibi suallar ve dertlerinden de kurtulur. Bunu da bizzât hocamızdan derste dinleyerek öğrenmiştik.

İnsana verilen kumandanlık mertebesi bu hakikati teyit ve tasdik ediyor. Zira o Allah’ın şerefli ve aziz bir kulu olmak yolunda her şeyi O’nun namına alır, O’nun emriyle her şeye başlar ve işler ve yine inşallah O’nun emriyle bitirir ve hayatına hüsn-ü hatime çeker ve bu âlemden terhis olup ebedî vatan-ı aslisine döner.

Bu yazıda ufkumu açan Ahmed İhsan Genç Hoca’mızın Kuş Sütü ismini verdiği vecizelerinden bir kısmını dikkatinize sunuyorum:

“Kitabı okumak, kâinatı okumak, insanı okumak, hayatı okumak ne güzel…

Kuş Sütü (301.)”

“İnsanın, ilâhi esmanın nakışlarının muhteşem ve berrak bir aynası olan vechinde, küllî kudretin cilvelerini müşahede edenler yok mu?…

“Aranılan gerçekler daha ziyade semâda ve arzda değil, mahiyet-i insaniyededir. İnsanın

Reis-i münevveri ve O’nun okuduğu KİTAP’tadır.

“Bir kitap okuyorum; Yıldızlardan harfleri var…

Sistemlerden kelimeleri…

Âlemlerden cümleleri…

Mevsimlerden kasideleri var…

Müzehheratla nakışlı,

İnsanlarla müzeyyen,

Kur’an gibi fihristesi var…

Muhammed (a.s.) gibi muallimi var…

Bu kitabı Rabb’im telif etti (yazdı). Ben de okuyacağım… O kitabın yapraklarını, sayfalarını O açar O kapatır…

Kenz-i mahfînin kapısını kendi anahtarınla açmaya çalış.

“İnsanın asıl bilmek ve bulmak ve çözmek istediği muamma, kendi kitabında yazıldığı halde gözden dikkatten kaçan birkaç satırın içinde olmasın?..

“Enfüste bulmuşsun, âfakta arıyorsun…

“Esmâ, hakaikın kenz-i mahfîsidir.

“İnsan hücreler, zerreler gibi harflerden muntazam cümleler teşkil eden, okundukça derinleşen, sırlar hazinesi en büyük bir kitaptır.

“İnsan yedullah ile telif, tanzim, takrir buyrulmuş bir kütüphânedir.

“İnsanın latifelerinin tanınıp işlettirilmesi için büyük bir dar-ül fünuna ihtiyacımız var.

“Ey uzak hülyalarla vakit öldüren: Nefis ejderhasının taşlardan taşlara çaldığı cismaniyet içinde, vücut mülkünde melîk olduğunu mu zannediyorsun?.. Bırak bu mal ve can mülkünü de O güzeller güzelinin memlûkü ol…

“Hayatı dolu dolu yaşamak nefsim için değil Allah için olsun.”

“Biz Allah içiniz!.. Kuş Sütü”[2]

7.06.2022

Ahmet ÇETİN

Not: Bu yazı akademik fortmatta yazılmış olmasına rağmen kolay okunabilmesi için atıfları ve ek bölümleri çıkartılarak dergi formatına göre yeniden düzenlenmiştir.


[1]    NURSÎ Said, Mesnevi-i Nuriye ,Envar Neşriyat, İstanbul 1990, s.199 (Şemme).

[2]    GENÇ Ahmed İhsan, Kuş Sütü, http://play.google.com/store/apps/details?id=our.kussutu.soz [Kuş Sütü Kitabının Android Uygulaması, Versiyon: 1.33](ET: 9.06.2022).

Kuş Sütü kitabına alternatif çevrimiçi erişim kaynağı: http://www.ahmedihsan.com/goster.php?anid=107&msgn=501&kmen=12&gozum=2 (ET: 7.06.2022).

Tüm vecizelerin numaraları parantez içinde belirtilmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir