Clicky

Kâinatta İnsan Yalnız Mı?

Kemal Yıldız

İslam’a göre, meleklere iman meselesi imanın temel esasları arasında yer alır.  Bu durum sadece bizim dinimize münhasır bir kavram olmayıp farklı inançlarda da yer almaktadır. Fakat hakikat noktasında yanlışçılıkta ileri giden çok farklı anlayışlar söz konusudur. Bu yanlışçılık yalnızca diğer semavi dinlerin tahrif edilmiş kısımlarından ibaret olmayıp maalesef çok yakın çevremize kadar sirayet eden bir hal almıştır. Örneğin melekleri dişi varlıklar olarak düşünenlerden başlayarak onları enerjinin bir türü olarak düşünenlere kadar, hatta robotvari varlıklar olarak görenlere kadar maalesef geniş bir anlam yelpazesi söz konusudur. Oysa meleklerin varlığı itikadî (inancın temel özelliklerine ait)  bir mesele olup iyi ve doğru bilinmesi gereken bir meseledir.

Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nuru, eserlerinin muhtelif yerlerinde “Hakikat Mesleği” olarak tarif etmektedir. Burada hakikat kelime anlamı olarak: “Gerçeğin ta kendisi demektir”.  Yani içerisinde gereksiz ve lüzumsuz hiç bir şeyi barındırmaz. O gerçeğe kendinden hiç bir şey de katmaz, olduğu gibi berrak bir ayna gibi gösterir demektir. Bu minvalde melek kavramının, vahiy ve sünnet çizgisinde nasıl anlaşılması gerektiğini Bediüzzaman Hazretleri hakikat merkezinde nazara vermektedir.

Risale-i Nur esasında çok yönlü bir eser olmakla birlikte aynı zamanda Kuran-ı Kerim’in bir tefsiri olması hasebiyle bu mukaddime kısmında ayetlerle başlangıç yapmıştır. Yani buradan anlıyoruz ki Bediüzzaman delil göstermeye ayetlerden başlayacak. İlk ayetten başlayarak ilerleyelim:

“Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle yeryüzüne iner.”[1]

Bu ayetin mealinden aklımıza intikal eden ilk şey, meleklerin varlığının teyid edilişidir. İsmini bizzat Allah Teâla Hazretleri zikrediyor. Yani melek diye bir şey var demektir. İkinci olarak ise Allah Teâla burada “Rab” ismini nazara veriyor. Yani Melek denilen varlık kendi kafasına göre hareket edemez; O / O’nların görevli oldukları anlaşılıyor. 

Bir diğer ayet meali ise:

“De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”[2]

Bu ayet mealinde de ruh kavramının nicelik olarak anlaşılamayacağı ifade ediliyor. Yani Emir âlemi denilen ve mahiyeti bizce meçhul, doğrudan doğruya Allah’ın İlim ve iradesine bağlı bir âleme bağlı demektir. Kâinat denilen alan, matematik lisanı ile ölçümlenebilecek bir yer değildir. Ölçümleme yapılabilmesi için sınırlarının bilinmesi gerekir. Oysa sınırlarını ihata edemeyeceğimiz bir yerden bahsediyoruz. Büyüklük kelimesinin bile küçük kalacağı bir yer burası. Bize en yakın yıldız Güneş olduğuna göre, güneşvari yıldızların sadece Samanyolu galaksisindeki sayısı bile 200 milyar civarındadır. Ve bunların büyüklükleri de birbirinden kat be kat farklılıklar arz edebiliyor. Yine bununla birlikte tespit edilebilen galaksi sayısı 350 milyar civarıdır. Bunlar şu an tespit edilebilen adetsel ifadelerdir ve birbiri aralarındaki uzaklık mesafesi nazara verilmiyor, İhtimal o ki şu an ki teknolojiyle tespit edilebilenler Sahra Çölünde bir avuç kum kadar bir ölçeğe sahip. Dünyamızın ise orantısal olarak yok hükmünde bir hacme sahip olduğu anlaşılıyor. Kâinat dediğimiz acayipliklerle dolu, içerisinde devasa sistemlerin yer aldığı bir alandan bahsediyoruz. Akla hayale sığışmayan bu büyüklük içinde zihnimize şöyle bir soru hücum edebilir: Şuurlu tek canlı türü insan mı? Peki, şuurlu canlı ne demek ki? Cevaben şuur dediğimiz de düşünebilen, fark edebilen, akıl yürütebilen bir tür anlaşılırken; canlı denildiğinde de hayat belirtisi taşıyan bir varlık anlaşılıyor. Bu iki kelimenin ihtiva ettiği özellikler biraraya geldiğinde ise, gören, işiten, konuşabilen, hareket edebilen özelliklere sahip olmalı. Eğer tek canlı türü insansa ve türün yaşamını sürdürebildiği tek yer kâinata göre yok hükmünde küçük olan dünya ise, yukarıda büyüklüğünü tarif etmekten aciz kaldığımız kâinat neden var?  Ne amaçla yaratılmış? Oralar boş mu ki?

Günümüzde yapılan bilimsel çalışmalar ışığında kâinatın tespit edilebilen kısımları hakkında birbiriyle kavgalı, mücadele içine girmiş hiçbir yıldız sisteminden bahsedilmiyor. Bunun aksine, kendi aralarında çekim ve itme yasaları gibi prensiplerle hareket ettikleri ifade ediliyor. Yani adeta bir saatin dişlileri gibi ve ya birbirilerini tamamlayan bir pazılın parçaları gibi mütemmim cüzlerden oluştukları anlaşılıyor. Sanki gizli bir el onları işletiyor ve bir yere doğru onları sevk ediyor gibi görünüyor ki hakikatte de böyledir.

Hep birlikte düşünelim isterseniz. Bir ressam kimsenin görmeyeceği şaheser bir tabloyu neden ortaya koysun? Ya da bir bestekâr, kimsenin işitmeyeceği bir eseri neden icra etsin ki? Ya da bir aşçı kimsenin yemeyeceği bir sofrayı neden kursun ki? Akla muhal geliyor değil mi? Demek insan türü bu koca kâinatı gezip görebilecek özelliklerle donatılmamış. Yıldızlar büyüklüğünde gözleri, kulakları ve kanatları yok. O zaman uçsuz bucaksız gibi görünen bu Kâinatta, sergilenen namütenahi tecelliler kimler tarafından görülecek, işitilecek, tadılacak ve anlaşılacak. Elbette o yerlerin özelliklerine göre yaşayabilen, görebilen, işitebilen, düşünebilen, takdir edebilen canlıların varlığı gerekli.

Bu itibarla Bediüzzaman Hazretlerinin ifadelerinden, kâinatın hiç bir yerinin boş olmadığını ve bizim gidemeyeceğimiz, ulaşamayacağımız bu yerlerin şuurlu canlılarla meskûn olduğunu anlıyoruz. Bu canlı türlerine de Kuran-ı Kerim’de tesmiye edilen cihetiyle “Melek, Cin ve Ruhaniyat” diyoruz. Fizik ve metafizik mahiyetlerinin de yaşadıkları ya da görev aldıkları yerlere göre farklı özellikleri ihtiva ediyor. Mesela, bizim gibi nefes almıyorlar, yürümüyorlar ve beslenmiyorlar. Ayrıca kendi içlerinde de çok muhtelif türlerinin söz konusu olduğu anlıyoruz. Sözlerime Bediüzzaman Hazretlerinin nihayet verdiği satırla son veriyorum. [3]

İşte, nasıl hakikat böyle iktiza ediyor. Hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. Çünkü şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küduretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen, hummâlı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil’idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette, ruha çok lâyık ve hayata çok münasip şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i lâtifeden bir kısım zîşuur mahlûkları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.


[1] Kadir Suresi

[2] İsra Suresi

[3] Not: Bu yazı ruhun bekasına, meleklere ve haşre dair olan Risale-i Nur’un Sözler Kitabının 29. Sözünün mukaddimesine kısa bir açıklama ihtiva eder. Arzu edenler konunun bütününü Nur Risalelerinden mütalaa edebilirler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir