Clicky

Varlıklanmak

Kemal Yıldız

Varlıksız vardan sıyrılarak, var olan varlığın

varlığıyla varlıklanmak bahtiyarların kârıdır

kuş sütü / ahmed ihsan genç

İnsan yaratılışından kaynaklanan nedenlerle, yapısı gereği aklını, fikrini, hayalini ve emeğini kattığı her şeyde (bilerek ya da bilmeyerek) “BENLİK”  iddia eder. Yani tabir caizse elini sürdüğü her şeye “BEN” boyasını sürer. Benim işim, benim evim, benim okulum, benim eşyam, benim makinem vs. gibi olup biten hemen her şeye kendi benliğini katar, kendinden bilir.

İnsanın müdahale ettiği, bir şeyi yapmakta ve ya şekillendirmekte araç olarak kullandığı elini bile kendi icad etmemiş ve onu bir yerden satın almamıştır. Yani maddiyat âleminde sahip olma kavramının belki de sembolleşmiş organı olan eline bile malik değilken nasıl olur da “Benim” diyebiliyor. Dikkatle düşündüğümüzde anlarız ki esasen insan hiç bir şekilde kendi kendine malik değildir. Aklı, kalbi, beyni, karaciğeri, akciğeri, midesi vs..  sahiplenebileceği kendine ait hiç bir şey yoktur.  Kendinde mevcut bulunan maddi ve ya manevi ne kadar ünitesi varsa hiçbirisini kendisi bir laboratuvarda ya da fabrika da imal etmemiştir. Bu hususta anlayışımızı kuvvetlendirmek için küçük bir test yapabiliriz. Örneğin, beynimizin yerini biliyoruz değil mi! Bulunduğu yere el değmeden yerleştirildiği hemen anlaşılıyor. Beyni koruyan kafatası hiç açılmamış ve içine girilecek bir kapısı da yok. Başka bir örnek olarak kalbimizi de ele alalım. Çok basit bir soru soralım. Kalbimizin günde kaç defa attığını hiç saydık mı? Ya da en azından kaç defa atması gerektiğini biliyor muyuz? Ya da her hangi bir organımıza ne oranda ve hangi basınçla kan pompalaması gerektiğini hiç hesapladık mı? Aslında hiçbirini yapmadık. Öyleyse bu ünitelere bırakın sahip olmayı idaresinde bile söz sahibi olamıyoruz. Fizikî varlığımızla ilgili sair organlarımızı düşünerek örneklerimizi daha da artırabiliriz.

Öyleyse varlığımızın asıl sahibine acz ve zaafımızla yaklaşırsak varlığımız kıymet bulacaktır. Varlıksız vardan sıyrılıp, var olan varlığın varlığıyla varlıklanmak, kişinin acz ve zaafını kavradığı nisbette kemal derecesine ulaşır ve zirveye yaklaşır. Acz ve zaafını hissetmeyen kişi o nispette varlık iddasında bulundukça zorluklarla karşılaşmaya aday demektir.

Bir diğer husus olarak manevi ünitelerimiz konusunu mülahaza edelim. Örneğin aklımız nasıl bir şey? Kaç kilogram ağırlığı var? Şekli üçgen mi? Oval mi? Yoksa dikdörtgen mi? Bilmiyoruz. Esasen şeklinden bile haberimiz yok. Peki, nasıl çalışıyor? Enerji olarak ne kullanıyor? Yakıtı ne?  Başka bir manevi ünitemiz olarak hayal gücümüzü ele alarak birlikte sorular sormaya devam edelim: Hayal nedir? Nasıl oluyor? Niye oluyor? Nerede oluyor?  Bazen bu sorular çok mu oluyor diye düşünmekten kendimi alamıyorum ancak bu soruları sormadan gerçeği nasıl anlayabileceğiz ki? Anlayışlarımızda derinleşmek için bilgiyle birlikte, onun dinamosu olan müfekkiremizi işletmemiz için doğru sorulara ihtiyacımız var. Ve belki devam ettirsek bu sorular on binleri belki milyonları bulacak. Vücudumuzda ki hücrelere ya da DNA konusuna kadar sorularımız derinleşip çeşitlendikçe her doğru soru bizi tek bir yere ulaştıracak. O da bütün bunların tek bir tezgâhtan üretildiği ve bu üretimde bizim hiç bir müdahalemizin olmadığı gerçeğidir. Belki de küçücük hiç hükmünde bir cüz-i irade ile varlıksız bir varlıkla, şahitlik eden mütaalacılarız.

Bununla birlikte gerçek şu ki bilerek ya da bilmeyerek sahiplendiğimiz varlığımızın künhüne vakıf değiliz. Belki de kendi kendimizin sırrıyız. Kendi sırrımızı kendimiz de bilmiyoruz. Bu sırrı bize bilmemiz gereken kadarıyla Allah (c.c.) kitaplarıyla ve elçileri aracılığıyla bildiriyor. Cevaplarını bulmaya çalışırken kaybolduğumuz, derinliklerine inmeye çalışarak anlamaya çalıştığımız varlığımız bizden habersiz işletilen bir makine gibi yine bize hizmet ediyor. Bu hizmetin bir amacı olmalı. Belki de yapabileceğimiz en anlamlı şey şuurlu mütaalacılar olarak hadisatı anlamaya çalışmak olacaktır.

Farkındalığımızı bir üst seviyeye ulaştırdığımız da anlarız ki: varlığımız bize ait değil.  Yani bizim varlığımız bir başka varlığın varlığıyla idame olunuyor ve başka bir varlığa muhtacız. Bu varlık ise her şeyi en uygun kıvamda, olması gerektiği gibi ve bir amaca müteveccih yaratan Fatır-ı Hakim ve Rabbi Rahimimiz olan Allah(C.C)’ dır.

Öyleyse varlığımızın asıl sahibine acz ve zaafımızla yaklaşırsak varlığımız kıymet bulacaktır. Varlıksız vardan sıyrılıp, var olan varlığın varlığıyla varlıklanmak, kişinin acz ve zaafını kavradığı nisbette kemal derecesine ulaşır ve zirveye yaklaşır. Acz ve zaafını hissetmeyen kişi o nispette varlık iddasında bulundukça zorluklarla karşılaşmaya aday demektir.

Burada bize ışık tutması adına sözü Risale-i Nura havale ederek cümlelerime son veriyor dualarınızı ısrarla rica ediyorum.

İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.”

(Sözler / Risale-i Nur)

İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır.

(Sözler / Risale-i Nur)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir