Risale-i Nur Şerhi
*1 Ocak 2013’te Ahmed İhsan Genç’in Erenköy’de yapmış olduğu Risale-i Nur dersinin bir bölümünün ses kayıtlarından yazıya dökülmüş ders notlarıdır.
Kendisi için bir velayet ümidi olmayan insan.. Kim ben öyle bir şey düşünmedim derse (Üstad Bediüzzaman gibi bir müstesna dışında) hepsi yalan söyler. Herkes velayetten bir cilve, bir istifade, bir mazhariyet peşindedir.. Ama o mübareklerin ders aldıkları koca koca mürşit gibi, şeyh gibi, kutup gibi zatları görsen de onlara, “Şu velayet nedir? Bu ümmete anlatın da test etsin herkes kendini.. Onda bir hissesi var mı?” diye sorsan onlar müritlerine, müştaklarına onu anlatmıyorlar. Öyle ise ne oluyor o zaman? Hiç bir ehl-i iman kendini test edemiyor.. Ama bir bakıyorsun bir efendi rüya görmüş.. Kendince herhangi bir kişinin görebileceği bir rüya değil.. Hemen böyle acele ederek gördüğü rüyayı bir kardeşine anlatıyor.. “Ya ben bir şey gördüm”.. O arkadaşı da o meşrepte yetişmiş ise.. “Bizim bu arkadaşta alametler var”, bu evliya oluyor galiba” diye düşünüyor. Bu sefer o arkadaşına farklı muamele yapıyor.. Başkalarına yaptığı iltifattan, hürmetten saygıdan fazlasını ona gösteriyor.
O rüya gören zat bu davranışlardan keyiflendi ya; bir rüya daha gördüğü zaman uçacak gibi oluyor. Bu sefer gelip başka bir kardeşine anlatıyor. O da diyor ki “Bu adam boş değil.” Sonra başka bir ağabeye anlatıyor.. Derken etraftakiler bu zata bir saygı tavrı alıyorlar.. Halbuki o da benim gibi acemi neferat sınıfından.. Yani tarikatlarda tasavvuf ehli bildiğimiz insanlarda teamül ve tedavül edilen bilgiler, birikimler bu tarzdadır.. Yani zevkli mana âleminden görüntülere sahip olmak filan gibi düşünür. O zaman iyi uyur adam.. Rahat da film çevirir.. Senaristi de kendisidir.. Senaryoyu hazırlar, yattığı zaman filmini görmeye başlar.. “Ben” der, “O filimde başroldeydim.. Rastgele olmaz ki, demek ki ben bir seyim ha” der.
Hâlbuki Kur’an bir harfi değiştirilmemiş olarak ortada dururken onun tarif ettiği velayet hakkında hiç kimse bilgi sahibi olamıyor. Çünkü otoriteleri o bilgiyi vermiyorlar, velayeti Kur’an’ın tarifiyle tarif etmiyorlar. Bu acıklı bir hikâyedir.
Kesinlikle, ananane-örf içinde de hakiki velayet manası üzerinde durulmamış. Velilik diye bir şey var, ama o nasıl tezahür eder, alametleri nedir, bunun için ehl-i imandan herkes arzu eder ki o velayetten bir hisse alsın. Ama aldı mı, almadı mı nasıl bunu anlayacak? Çünkü o hususta gerekli bir geniş bilgi verilmiyor. Onun için ekseriyetle onda bir zevk hisseder insan.. Mesela güzel rüyalar görüyorsa, o rüyaları birilerine anlatıyorsa, o dinleyen hemen ona biraz meyil gösteriyor. Hatta bizim öyle bir arkadaşımız var. Arada senarist olduğu, çevirdiği filmlerden birisini gördü mü hemen paldır küldür gelir, “Yahu ben mühim bir rüya gördüm.” diye anlatır. Orada dinleyenler onu bilmiyorlarsa ona karşı lehte bir tavır alırlar. “Biz bunu meğer bilmezmişiz, mühim birisiymiş bu!” derler. Hâlbuki o filmin senaristi kendisi olduğu gibi bizzat o filmi oynayan da kendisi, gördüğü de o filmin kendisine akseden sahneleridir. Yani bir başka anlamda bir kuruntudur. “Hele durun yahu! Mühim bir şey bu? Burada rüya tabirinden anlayan kardeşler varsa ben bu güzel rüyayı paylaşmak istedim. Bu rüyada bir ihtar mı var, bir uyarı mı var, bir müjde mi var? Siz buna göre bir yorum yapın” der.
Bu adam bu tip hadiseleri gelenek haline getirmişse; hah işte o adam veli olarak sanılır. Hâlbuki bunun bir sistemi, bir mihengi ve kendisini test edebilmesinin yolu vardır. Açıktan açığa Cenab-ı Hakk Kur’an ayetiyle velayetin ne olması gerektiği anlatılmış olmasına rağmen bize o hususta gereken bilgi etraflıca verilmemiş.
Zaten din hususunda alt yapısı neredeyse sıfırlanma noktasına gelmiş bir topluluk içindeyiz. O zaman bu işin altından nasıl kalkacağız? Mesala Üstad Hazretleri en az elli yerde imanı tarif ederken imanı bir intisap olarak tarif eder. “İman bir insitap”tır der. Yani sizin intisap dediğiniz şeyler sizi aldatan bir kısım konulardır. Filana filana bağlılık intisap değildir. Allah’a bağlılık intisaptır. Yani onun kaydını hiçbir şeytanın koparamayacağı şekilde bir bağ ile bağlıyor. Asıl olan budur. Zaten insan iman için vardır. İman intisap olduğuna göre Allah’a intisabı olan bir kimsenin artık mahlûkattan birisine serfuru etmesinin bir mantığı yoktur. Tevazu, mahviyet ayrı bir şeydir. O kişi kullukta senden çok ileri gitmiş olabilir. Salahâtı olabilir, takvası olabilir, ama sen ona bağlanmak zorunda değilsin. Bakın, şahıs perestliğin önü alınamıyor.
Şahıslara tapınma derecesinde bağlanmak Avrupa için yeni bir bela değildir. Onun için ben ihtimal veriyorum ki Avrupa’nın ihtidası, İslam’la kucaklaşması kolay olacaktır. Onların en mühim dahi olarak gördüğümüz yüksek rütbeli adamlarından, liderlerinden bazıları peş peşe ihtida etseler onlar da büyüklerine bağlı oldukları için ihtidaları da kolay olur. Yani Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından birisi de Veli’dir. Kur’an-ı Azimüşşan’da, “Agah olunuz ki Allah’ın velileri” diye başlayan ayette O’na veli sıfatıyla ve komple bütün sıfatlarıyla öyle bir istinad sahibi olanlar ve yapışanlar için ne korku vardır ne hüzün vardır deniyor.[1] Yani veliler kimlermiş? O’na dayanan ve istinad edenler. İstinadgâh olarak O’nu seçtin mi, O kırılmaz, dökülmez, eskimez, pörsümezdir. Ölüme mahkûm değildir, zaafı yok, aczi, fakrı yoktur. Öyle bir Zat’a mükemmel dayanabilen adamlar övülüyor o ayette.
Ancak biz veliyi ya uçurduğumuz ya da kaçırdığımız adamlar olarak biliyoruz. Aslında o velilik, Cenab-ı Hakk’a istinadı mevzu bahis olanlar içindir. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri ne görülmüş ve işitilmiş bir velidir. Niye? Çünkü istinadı en mükemmeldir. Yani sıra velilerinden değildir. O sıra velileri, yani velayet-i suğrada olanlar (küçük velayet ehli) ehl-i imanın içinde çok bereketli olarak bulunur. Ama onlara yanlış bilgiler verilmişse, velileri güzel rüyalar gören ya da kendilerinden bir kısım harikulade kerametler sudur eden kimseler olarak öğretilmişse; velilerin, özellikle velayet-i suğra sahibi olan küçük velayet sahibi olan velilerin çoğunun, %90’ının kendisinden ve velayetinden haberi olmaz. Ve bunlar birbirlerini de tanımazlar. Çünkü velayete kıstas olan esaslardan haberleri yoktur. Ancak birisi zıplaya zıplaya gelir de böyle bir ders ortamında kendi mühim gördüğü rüyasını anlatmaya başlarsa o adamı veli olarak düşünüp eteğine yapışacak adamlar çok çıkar orada. Nur derslerinde bile bulunur. Hâlbuki ellerinde harikalar harikası bir tefsir, mucize-i maneviye-i Kur’aniye olan Risale-i Nur vardır.
Zaman şahıs zamanı değil diyor Risale-i Nur. Bu ifade bazı klasik kapılmaları önleyici bir ifade değil midir sizce? Üstad Hazretleri, talebesi Refet Ağebey’in, İmam Rabbani Hazretleri’nin tespit ettiği letaif-i aşere ile ilgili olan sorusuna, “Biz ehl-i tarikatin meseleleri olan bu meselelere şimdi giremeyiz. Çünkü bizim vazifemiz esrar-ı Kur’anîye’nin istihracı ve hakayük-ül hakayik, yani en yüksek imani hakikatlere yol açmaktır.” diyor. Ama aynı zamanda kendi görüşünü de ortaya koyuyor. Yani letaif-i aşere bazılarına göre beş, bazılarına göre on olarak bahsedilmiş, bazıları ise birkaç ilave daha yapmış ama “Risale-i Nur’un keşfine göre letaif çoktur” diyor Üstad. “Beş tane, on tane değil, belki yüzden ziyadedir. Adeta esma-i ilahiyenin her birisine makes olacak bir latife-i insaniye mevcuttur.” diyor.
Bunların faal hale gelmesi asr-ı saadette her biri için özel ders vermeye ihtiyaç olmadan ümmetin o büyüklerine ve rüesasına intikal ettirildi. Onların içinde hakiki veli olmayan hiç yoktur. O Ashab-ı Kiram Efendilerimiz de suğra velayetinin velisi değillerdir. Fakat letaif inkişaf etmeden veli olunmaz ki? Öyleyse gerek Kitap ile gerekse Nebiy-yi Zişan Efendimiz (a.s.m.)’ın sünnetiyle verilen ders onların bütün letaiflerini hareketlendirdi. Ve birden bire en yüksek velayet sınıfına çıktılar. O kadar çok yükseldiler ki ümmetin sair zamanlarda büyük gayret ve riyazatlarla yetişen evliyaların en yüksekleri de onların öğrencisi olacak seviyeyi zor buluyorlar. Yani onların çırağı gibi olmaları bile onlara büyük bir nimet oluyor.
Peki, öyleyse, Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’an’dan ve sünnetten ders veriyor. Şu halde böyle bir hevesleri olanlar varsa başka bir yol aramalarına gerek yoktur. Risale-i Nur’a bütün güçleriyle sarılacaklar. Allah’ın izniyle umduklarından fazlasını bulacaklar. Evet, umduklarından fazlasını bulacaklar. Aslında o kadar mübalağalı bir ümit içinde olmaları mümkün ama meseleyi o kadar kavrayamadıkları için umduklarının fevkinde bulmuş olacaklar.
[1] Yunus Suresi, 62. Ayet