Clicky

Yunus Aleyhisselam’ın Münacatı

Risale-i Nur’un Lemalar Kitabının 1. Lem’ası Yunus aleyhisselamın kıssasını konu alan ve “Hakiki Tevhid” dersini veren çok önemli bir risaledir. Bu risalenin tamamını orijinal metninden okumanızı öneririz.1 Biz hocamız Ahmed İhsan Genç’in bir video kaydından alınan ve bu Lema ile ilgili yaptığı bazı izah ve şerhlerini sizler için yazıya döktük. İtalik yazılar orijinal metine diğerleri izah ve şerh sahibi Ahmed İhsan Genç’e aittir. Sonda bazı Osmanlıca / Arapça kelimeler için küçük bir sözlük hazırladık. Yazıyı okurken konuşma dilinden aktarıldığını göz önüne alarak okumanızı tavsiye ederiz.

HAZRET-İ YUNUS ibni Mettâ Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhissalâtü Vesselâmın münacatı, (yalvarışı, Allah’a,
kendi ihtiyacı için talepte bulunması, istekte bulunması) en azim bir münacattır, en mühim bir vesile-i icabe-i
duadır. (Onun münacatı ile bir kul Rabbisinden talepte, istekte bulunursa, onun kabulü mühim bir suretle
mümkün olur.) Hz. Yunus (a.s.m.)’ın meşhur kıssasının hikâyesinin hülasası, özü ise şudur: Denize atıl-
mış, büyük bir balık onu yutmuş, deniz fırtınalı gece dağdağalı ve karanlık, her taraftan ümit kesik vaziyette

münâcâtı, ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur.

Hem gece olacak, hem denizde fırtına olacak, hem
büyük fırtınalar olacak, hem karanlık, karanlık için de de balığın karnı daha karanlık bir yer. Öyle bir yerde
bulunuyorken, ne yapıyor yüksek bir peygamberlik sıfatına sahip olan zat; hemen Cenâb-ı Hakk’a münacat
ediyor ve Kur’an’daki münacatının ifadesi: “La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü min-ez zalimîn” diye geçi-
yor, bu şekilde yalvarıyor. Bu yalvarışının neticesi ona, (bu şekil bir münacat ile) süratle kurtuluşunun vasıtası oluyor, vasıta-i necat oluyor.

Bu münacatın sırr-ı azîmi şudur; Hz.Yunus (a.s.m) öyle bir vaziyetteydi ki, afak ve etraf, enfüs âlemlerinde esbap bil külliye sükût etmişti.

Yani ne içeriden ne dışarıdan, kendi teşebbüs ederek kurtuluşunu temin edeceği bir durum yoktu, ne yapabilirdi ki? Gecenin karanlığında denize düşeceksin, atılacaksın, deniz fırtınalı olacak, oradan da koca bir balık gelip yutuverecek, onun da içi bir oda gibi olacak, nasıl çıkacaksın? Çıksan ne yapacaksın ki, fırtınaya çıkacaksın. Evet demek ki sebeplerin iflas ettiği bir durum söz konusu…

İnsan sebepler âleminde yaşıyor, buraya ne diyoruz onun için, dar-ul esbap diyoruz, yani sebepler âlemi diyoruz… Hâlbuki sebeplerin, etraf-ı erbaamızı kuşatması lazım, her zaman sebeplerden bir sebebi ihtiyacımız için bulabilmeliyiz. Mademki dar-ul esbaptır. Amma seyyidina Yunus (a.s.m.) denize atıldığı zaman ve balık onu yuttuğu zaman sebeplerin tamamı bitmiş oluyor. Sanki bu dar-ül esbap olan bu âlemden dışarıya atılmış gibi, çıkarılmış gibi oluyor. Ne yapsın ki? Hep akıllı adamlarsınız, reçete söyleyin! Söyleyemezsiniz! Yunus (a.s.m)’dan daha akıllı olacak da değilsiniz, eğer bir çare bulabilseydi o bulabilirdi, çünkü Nebi-i zîşandır. Evet bütün sebepler iflas edince ne yapar insan? Hâlbuki sebepler iflas etmeden de yapacağı şey yine aynıdır, ama bazen deniliyor ki, sebeplere teşebbüs ettikten sonra yahut teşebbüs halindeyken dua edin yani sebeplerinizin sizin lehinize olması için dua edin ama teşebbüste bir vazifeniz olduğunu, o da bir çeşit ibadetiniz olduğunu bilerek.

Vesileler diyoruz, sonra sebepler diyoruz, onlara el atıyoruz… Hareketle sebebe ulaşmaya çalışıyoruz. Ya hareketle ya ondan sonra istekle birilerini, o sebepler tahtında, sebepler istikametinde hareketlendiriyoruz. Mesela ”Hasan kardeş, şurada bana destek ol” diyorum, ya da Ahmed İhsan, Hüseyin kardeşine, yani sebeplerden bir sebep olan o kardeşine veya başka bir sebebe de teşebbüs etmek üzere teşvik yapıyor, kendi lehine… Peki Seyyidina Yunus (a.s.m.) ne yapsın?.. Diğer şahısları nerede bulacak ki? Onlara, “Benim için şöyle yapın” mı desin? Balık mı haber anlayacak, deniz mi haber anlayacak, fırtına mı haber anlayacak, dalgalar mı haber anlayacak? Orada ne olmuş? Sebepler bil-külliye sükût etmiş, iflas etmiş, ona hiçbir sebep, teşebbüs yolu yoktur. Bütün o sebep yolları kapalı. Evet, o zaman, (her zaman) Allah’a yalvarmaktan başka çare yok, ama sebeplerin müsebbibi olan müsebbib-ül esbap diye bir sıfatıyla tanıdığımız Cenâb-ı Hak sebepsiz de kurtarıcı olabilir, fakat bir sebep de yaratıcı olabilir. Onun için münacatını O’na yapıyor, Yunus (a.s.m.). Yunus (a.s.m.), “La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü min-ez zalimîn” diye yalvarıyor. O halde ona necat verecek, kurtaracak öyle bir zat olmalıydı ki, o münacat yaptığı zaman, O zatın hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i havaya (hava unsuruna), bütün bunlara emrini kim dinletebilir ki? Geceye, balığa, cevv-i havaya, denize emrini kim geçirebilir ki ?.. Sizi dinler mi?.. Eh, beni de dinlemez, zaten kendimin her zaman böyle bir acz içinde olduğumu izhar ediyorum.

Beni dinlemez deniz, fırtına da dinlemez, hiç birinizi de dinlemez aslında ama hadi beni dinlemiyor diyelim, ben düşersem yandım balığın karnına! Evet, Yunus (a.s.m.) da bunu biliyordu yani denize söz geçiremeyeceğini, balığa söz geçiremeyeceğini, cevv-i semaya yani gökyüzünün boşluklarına, rüzgârlara söz geçiremeyeceğini biliyordu, çünkü bunların hepsi gece de içinde olmak üzere kendisinin aleyhinde birleşmişlerdi. Bu üçünü birden emrine alan bir zat olmalıydı ki onu selamet sahiline çıkarsın, yani geceye emredebilir olsun, balığa emredebilir olsun. Kim yapar bunu? Allah’tan başka kimse yapamaz. Evet, eğer bütün halk, mahlûk olanlar yani hepsi Yunus (a.s.m.)’ın hizmetçisi olsalardı, ona yardımcı olsalardı bile yine de hiç faideleri olmazdı. Evet, demek ki sebeplerin hiçbir tesiri yok çünkü bir yerde de sebepler yok… Teşebbüste önü kesilmiş, demek sebeplerin hiç tesiri yok. Müsebbibül esbaptan başka yani sebeplerin sebebi olan Cenabı Hak’tan başka bir melce olmadığını ayn-el yakîn gördü, yönelecek birisi var.

Acaba bizim hayatımızda da birçok işlerimizde sebeplerimizin tükendiği olmuyor mu? Yönelecek bir tek zat niye aklımıza gelmiyor, isteyeceğimizi niye O’ndan istemiyoruz? Kestirme yol bu işte, en akıllı adam semerin ön kaşına yapışır, asıl hablüllah (Allah’ın ipi) olan şeyi tutar, urvet-ül vüskayı tutar, değil mi? Adeta beytinin kapısının kulpuna yapışır. Akıllı adam öyle yapar, nitekim Seyyidina İbrahim (a.s.m.) ne insten, ne melekten, ne cindenhiç bir mahlûkun yardımını kabul etmedi, bu sebepler dünyanın dışında mıydı? Bu bir rotadır, bize şunu öğretiyor, “Ben yalnız O’ndan isterim” diyor, hatta “istemem de”. (O çok ileri bir derece) O beni görüyor diyor. Şimdikilerin ıstılahıyla konsantre olma diyorsunuz ya! Bütün zerratıyla, fizik ve metafiziğiyle öyle bir teveccüh-ü kâmilesi var ki, o teveccühe istinaden diyor ki, “Hatta ben bir şey de istemem.” Bir de başka bir güzellik var onda: “Benim öyle O’na bağlılığım var ki O’nun muamelesinden eminim, isterse beni taştan taşa çalar, didik didik eder veya ettirir, gene de güzeldir o ki bu muamele O’ndan geliyor.” Siz, beni didik didik etseler ne olur diyebilir misiniz?

Allah bize kemal-i iman nasip etsin! (Âmin) Evet, demek ki, o zat, asıl hakiki melceyi Cenab-ı Hak olarak bildi ve düşündü. Yalnız O’na yönelmeliydi, yalnız O’ndan beklemeliydi, yalnız O’ndan istemeliydi! Onu yaptı evet, o zaman ehadiyet sırrının içinde nur-u tevhid inkişafa başladı ve şu münacatının neticesinde yalvarışıyla yani “La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü min azzalimîn” demesiyle, birdenbire geceyi, denizi, balığı Cenab-ı Hak müsahhar etti. Evet, yani teshirin sırrını gördük mü? Nedir teshirin sırrı? Bütün esbaptan sıyrılarak müsebbibül esbabı melce bilip, O’na teveccüh edip O’ndan istemek; teshirin sırrı bu. Sır diyor üstad, sır… Yani her şey kendisinin emrine girdi, gece gündüz, balık, fırtına hepsi birden.

Teshirin sırrı nedir kardeşler? Melce olarak müsebbibül esbabı bilmek… Yani yalnız ve yalnız O’na teveccüh edebilmek. Bu adamın sıkıntısı yok mu? O’nu yakalasın. Şunun yok mu?.. O’nu yakalasın. Bu günahkârın yok mu? Onu yakalasın işte… Melce tutulduğu zaman, O’nun azamet-i kudretine göre düşünmek zorundasın… Birisi çıkıp da, “Ya öyle ama tam teveccüh ediyorum, yani şu elimdeki imkânımı da işe yaratsaydım” diyor. Ne akılsızlık…

Evet, bakın ne oldu? Gördünüz, sırr-ı ehadiyet nur-u tevhid içinde inkişaf etti, nur-u tevhid… Yani orada Cenab-ı Hakk’ın ehadiyeti, vahidiyeti var, başkası sanki hiç yok! Evet, bundan dolayı şu münacat birdenbire geceyi, denizi, balığı ona musahhar etti. O nur-u tevhid neticesinde balığın karnını Cenab-ı Hak onun için bir taht-el bahir, bir denizaltı gemisi hükmüne getirdi, zelzeleli dağlar gibi dalgaların dehşeti içinde denizi yine o nur-u tevhid ile bir sahra haline getirdi…

Şuna bilhassa parmak basıyorum: Diyelim ki bir adam muhtaç, şiddet-i ihtiyacı var, müzayakası, sıkıntısı var fakat esbaptan kopamıyor. Haydi, hiç olmazsa kelâmi bir münacat olsun değil mi? Hani kalbimize bütün letaife sirayetini nazara almasak bile ki onda da falsomuz var. “Ya öyle de işte yani bilmem ki olur mu?” Aklına şaşılır bu adamın… Sen peşin peşin menfi görüş belirtiyorsun, nasıl çıkacaksın bu işin içinden? Evet, aramızda öyle yalvarmasını bilen bir kişi olsa bizim çoğumuz köşeyi döneriz. Yani şimdikilerin anladığı manada da döneriz. Demek ki nur-u tevhid seviyesine ulaştıramıyoruz münacatımızı! Evet, nur-u tevhid seviyesine ulaştıramıyoruz ilticamızı ve münacatımızı, bir şeyler zihnimizi bulandırıyor bir şeyler içine karışıyor. Allah da karışık işi istemiyor yani kendinden istenildiği zaman fevkal esbap olmasını istiyor, onların üstüne çık diyor. Çünkü bütün eşyadan insan seçilmiş bir varlık, eşref mahlûk değil mi? Azam-ı mahlûkat değil mi? Evet, o sıfatları ile en mümtaz mevkidedir. O zaman sair mahlûkun ilticasına benzemeyecek ilticası da…

Avam insandan, cühela takımından benim ne farkım var ki ben de onlar gibi esbapçıyım, sebeplerle boğuluyorum, ilticamı bile sebeplerle karıştırarak yapmaya çalışıyorum? O zaman bu gecenin seherinden ne umuyorsun sen? Evet, demek ki o nur-u tevhid ile Cenab-ı Hak, balığın karnını denizaltı gemisi şekline getirdi, dağlar gibi dalgaların dehşeti içinde denizi o nur-u tevhid ile güvenli, emniyetli, rahat hareket edilen, seyahat edilen bir sahra şekline soktu veya bir meydan-ı cevelan oldu veya tenezzühgah oldu. Yani pikniğe gitti de Yunus (a.s.m.) suyun içinde oturuyor, taht-el bahir altında iyi mi? Niye olmasın ki?.. Allah’a ne kadar kolay, fakat neyin hatırı için böyle oldu? Karışıksız, katıngısız, bulaşıksız, melce olarak O’na ilticasından dolayı… İlticasında bulaşıklık yok, o zat, Yunus (a.s.m.) niye Kur’an’da o zattan bahsediliyor? “Siz de münacat yaparsanız böyle yapın” diye… Duydunuz mu? Evet, demek ki (Allahu ekber) o nur-u tevhid ile deniz emniyetli bir sahraya döndü, bir meydan-ı cevelan oldu veya bir piknik yeri gibi oldu… O nur ile de sema yüzünü bulutlardan süpürdü, nur-u tevhid ile kameri aynı bir lamba gibi baş üstünde bulundurdu, yani emretti, kamere dedi ki: Yunus’un üzerine ışıklarını saçıver, önü açılsın, çünkü o bana münacatta bulundu.

Ondan sonra her taraftan onu tehdit eden tazyik edip sıkıştıran bütün mahlûklar her cihetten bu defa ona dostluk yüzünü gösterdiler. Cenâb-ı Hakk bir dostuna ikram edecekti, onun münacatına, kendini melce bilip yönelişine karşı “Lebbeyk ya abdî” diyecekti; yani “Buyur kulum ne istiyorsun?” Deniz çarşaf gibi ayağının altına serildi, balık da bir denizaltı oldu, gece de sakinleşti, fırtına da dindi, ışık da yandı üzerine (kamer kocaman bir lamba gibi oldu.) “Başka ne istiyorsun? İstersen seni sahile çıkarırım.” Çıkar dedi, çıktı. Evet, demek ki; her taraftan onu tehdit eden ve sıkıştıran, tazyik eden mahluklar her cihette ona dostluk yüzünü göstermeye başladı, tebessüm ediyorlardı… Öylece sahil-i selamete çıktı. Şecere-i yaktin altında o lütf-u rabbaniyi müşahede etti. (Yaktin cennette bir ağaçtır orada da bir nümunesini Cenab-ı Hak halketmiş.) O kadar saadet katlanıyor ki üst üste; musahhar olan balık, musahhar olan deniz, musahhar olan fırtına, musahhar olan hava, musahhar olan aydınlık ve kamer… Ve selametle sahile çıktı, ondan sonra da güzel bir ağaç, cennet ağaçlarından bir ağaç, onun altında o zat gidip dinleniyor…

Evet, bu kula layık… Rabbini tevhid etti, münacatına hiç şirk bulaştırmadı… Esbabın üstüne çıktı, fevkal esbap… Peki, bizi men eden ne? Sizi öyle münacattan men eden birisi mi var? Bunları öğrenmediniz mi siz? Evet, öğrendik ve birlikte de öğreniyoruz. Bu bir rotadır duydunuz mu? Çok teferruata girmiyorum… Bu bir rota, rotayı ne kadar takip edebilirseniz o kadar kârlısınız.

Hz.Yunus (a.s.m.)’ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Şimdi hiç aklınıza gelmeyen bir husus, acaba biz de mi denize düştük? Biz de mi balığın karnına (karanlığa) girdik? Fırtına mı var üzerimizde? Evet, yüz derece hem de, daha müthiş vaziyetteyiz, gecemiz geleceğimizdir, nasıl geleceğimiz? Geleceği görüyor musunuz siz? Çok mu aydınlık, parlak mı? Öyle diyemezsiniz ki, kimse diyemez! Zaten her meçhul bir derece karanlıktır, yani kapalı bir hadisedir, anlaşıldı mı? Bir meçhul geleceğe doğru gidiyoruz, öyleyse bak ne diyor; gecemiz istikbaldir, istikbalimiz karanlık diyor Üstad… Ama niçin karanlık biliyor musunuz? Nazar-ı gafletle! Biz öyle gafilleriz ki gafletimiz sebebiyle geleceğimiz karanlık, hatta nasıl karanlık?.. Onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve de dehşetli…

  1. Orijinal metin için: http://www.erisale.com
  2. La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimîn: Sen’den başka ilah yoktur, Seni tenzih ve tespih ederim,
    şüphesiz ben zalimlerden (kendine zulmedenlerden) oldum.

One thought on “Yunus Aleyhisselam’ın Münacatı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir