Bilim ilerliyor, teknoloji ilerliyor, tıp ilerliyor… Uzaya araçlar gönderiyoruz. İnternetimiz var. Bunlar birer ilerleme… Acaba insan da ilerliyor mu?
İnsanoğlu daha acımasız, daha katliamcı, daha zalim, daha zorba olmaya devam ettikçe insanlık ilerliyor denilebilir mi? İnsanoğlu günden güne vahşileşiyor, ahlakını, ruhunu, insanlığını gitgide yitiriyorsa, yalnızca bilimsel ve teknolojik süreçlerin ilerlemesi insanlığın da ilerlediğini gösterir mi? Gitgide bozulan bir insanlık için bilimsel ve teknolojik ilerleme günün birinde bize sağlıklı bir çözüm sunabilir mi?
Günümüz yaşam kurgusunun iki ana hedefi vardır. Birisi insan nefsinin bitmeyen heveslerini tatmin etmek, ikincisi de insan ihtiyaçlarının sayısını olabildiğince artırmak. Yani üretim ve tüketim gayesi güderken öncelikle insanı birçok yönden ihtiyaçlı vaziyete getirip sonra da bu ihtiyaçlara yönelik üretilen yeni şeylerle onu muhatap etmek…
Kalp ve ruhumuzu değil, nefsimizi tatmin etmek için kurgulanmış bir yaşam biçimidir bu. İnsanın biyolojik birtakım hazlarını tatmin etmeyi ve ona zaten kendi dayattığı ihtiyaçları gidermeyi başardığı müddetçe topluma ilerlemiş bir toplum nazarıyla bakar. Karnı doymuş, ihtiyaçları giderilmiş, teknolojik bakımdan donatılmış, bir oyuncaklar evreni içerisine sokulmuş insan tipi meydana geldiğinde mevzu tamam olmuş demektir. Ona göre ilerlemiş insan demek yaşamdaki her çeşit hazzı duyabilen, tadılabilecek bütün zevkleri alabilen insan demektir.
Etrafımıza dikkatle baktığımız zaman ilerlemenin ifadesi olan birçok şeyin esasında oyuncak olduğunu, oyun için olduğunu görmek mümkündür. Zaman öldürücü, vaktin hızlı geçmesini sağlayan etkinlikler her yerde ve her yandadır.
İnsanı sürekli daha çok meşgul edecek, kafasını daha da karıştıracak, sağlıklı ruh dengesini bozacak yeni araçlar üretiliyor. Bu yönde alevlendirilen ihtiyaçlar karşısında insana sunulan üretimlere de ilerleme adı verilmeye başlanıyor.
İnsan zihnini sarıp sarmalayacak şekilde tasarlanmış, ahireti ve ölümü unutturma kabiliyeti yüksek bir simülasyon içerisindeyiz. Bazı teknolojiler hakikatle aramızda perde oluyor. Hakikatten mahrumiyetimizin acısını bile çekemeyecek bir vaziyetteyiz.
İnsana, “bu yaşama neden getirildim, öldükten sonra yok mu olacağım yaşamaya devam mı edeceğim, yaşamın neticesi acaba ne olacak?” gibi soruların sorulabileceği bir boşluk bırakılmamıştır. İnsanın bu dalgınlığına sebebiyet verecek meşgul edici araçların sayısı eskiye göre binlerce kat fazladır.
Aslında insan ilerlemiyor. İnsan geriye doğru gidiyor. İnsan düşüşte. İlerleyen tek şey bilim ve teknoloji.
Teknolojinin getirdiği birtakım kolaylıklar sayesinde bazı problemlerimizin çözümü elbette gerçekleşmiştir. Telefonlar, uçaklar gibi insanın önemli ihtiyaçlarını gideren güzel gelişmeler de yaşanmıştır. Sağlık alanında insanın, fıtratına uygun şekilde davranmasını teşvik eden ve böylece vücudun korunmasını sağlayan faydalı uygulamalar da söz konusudur. Kişisel hak ve özgürlüklerin korunması noktasında ümit vadeden gelişmeler de mevcuttur. Bununla beraber gözden kaçırmamak gerekir ki teknoloji insanlığa çok az saadet ekleyebilmiştir. İnsandan götürdükleri ise her zamankinden pek fazladır.
Asıl hedef insanın nefsinin değil, ruhunun yüce ufuklara yönelmesini, ulvi tatminlere ulaşmasını sağlamak olmalıydı. Nefsin isteklerini (başkalarının hukuku için) sınırlayan ama ruhu kamçılayan, ruhun gıdalarını ona temin etmeye yarayan bir yaşam biçimi hedeflenmeliydi.
Maksat insanı olgunlaştırmak, onu iyi, faziletli, merhametli ve adaletli biri haline getirmek olmalıydı. İnsanın gelişim hedefi “faziletler” olarak belirlenmeliydi. İnsan cevheri bozulduğu halde etrafındaki makinaların ilerlemesine ilerleme namı takılmamalıydı.
Esasında ruhu ebediyete yönelmiş, kalbi Allah sevgisine meyletmiş insan ilerlemiştir. Aklı Allah bilgisiyle olgunlaşan insan ilerlemiştir. Hayal kuvvesini tefekkürde kullanan insan ilerlemiştir. Kendisine verilen yapıların tümünü, yaratılış gayeleri doğrultusunda kullanmayı öğrenen ve bunu başaran insan ilerlemiştir. Fertleri böyle insanlardan meydana gelmiş toplumlara ilerlemiş toplum demekte de herhangi bir sakınca olmamalıydı.
“Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum.
Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki:
O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:
Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!
Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?”
Risale-i Nur, 17. Lema
Harika yine çok gyzel
Güzel bir bakış açısı Mecit hoca’dan.