Clicky

Alaaddin Özer’in Ardından

Kardeşimin defninden dönerken onu anlatan bir yazı yazsam mı diye düşünüyordum. Başta Ahmet Özkul olmak üzere kardeşler de ısrar edince vazifeyi omuzuma aldım. Almasına aldım da neyi nasıl yazacaktım? Ya bir şey eksik olursa, ya yazdıklarımdan bir kısmı yanlış anlaşılmalara sebep olursa… Zihnimi kemiren bu sorularla tereddütle klavyenin başına oturdum. Rabbim kolaylaştırsın. Mümkün olduğunca kronolojik olarak tanışmamızdan vefatına kadar geçirdiğimiz 50’den fazla seneyi hatıra tadında, kardeşimizin tanınmasına da vesile olacak şekilde yazmaya niyetlendim.

Alaaddin kardeşimi ben ortaokul ikinci sınıfta tanıdım. O birinci sınıfı Reşadiye’de okumuş, ikinci sınıfta Esenler Ortaokulu’na gelmişti. Aynı sınıfta değildik. Ben vasat bir öğrenci olmama rağmen Alaaddin çok çalışkandı. Bütün bilgi yarışmalarında, münazaralarda ekipte olurdu. Çok sevdiğimiz edebiyat hocamız İsmail Bayraktar’ın (12 Eylül’den önce öğretmenliği bırakıp açtığı nalbur dükkanında komünistler tarafından öldürüldü.) emekleri ile hem edebiyatı sevdik, hem de milliyetçi muhafazaka olarak yetiştik. Ortaokulda teksir makinesi ile dergi çıkardı. Seviyeyi siz hesap edin. Yaz tatillerinde okumak zorunda olunan onlarca kitap listesi verilir, dönünce kontrol edilirdi. Ayrı sınıflarda olmamıza rağmen dernek vasıtası ile tanıştık ve evlerimiz de yakın sayıldığı için görüşmeye devam ettik.

Ortaokul sonrası Alaaddin İmam Hatip’e, ben de Ticaret Lisesine kaydoldum. Ortaokul sonları ve Lise başlarında Alaaddin kardeşim Risale-i Nur’u tanımış. O dönem semt camisinde müezzinlik yapardı. Ona Risale-i Nur’ları tanıştıran ve sonra da gelişmesinde çok etkili olan Kazım Hoca vardı. Tarih hocası olan Kazım Hoca’yı ben de daha sonra tanıdım ve aramızda hukuk oluştu. Benim vefa kahramanı gardaşım geçen yıl araya araya Kazım Hoca’yı Almanya’da buldu. Kucaklaştı, helalleşti.

Lise döneminde Alaaddin dernekte kitap çapında seminerler verirdi. Konular hep hakaik-i imaniye olurdu. O yaşında her yaşdaki bir çok insanın olgunlaşmasına vesile oldu. Kendisi müthiş kütüphanesinin tohumlarını o zaman atmaya başlamıştı.

Üniversitelere girince temasımız zayıfladı ister istemez. O önce Orman Fakültesi’ne girdi. Orada galiba bir sene okudu. Sonra vazgeçti. Ertesi yıl Edebiyat fakültesi Tarih bölümüne girdi. Ben de İktisadi ve Ticari ilimler Akademisi’nde okumaya başladım. Üniversite 3. sınıfta iken 12 Eylül ihtilali oldu. Ben ihtilalden bir kaç ay sonra memleketime gittim. Orada muhasebe bürosu açtım. Bir taraftan da okulu bitirmeye çalıştım. Derken bir gün Esenler Sondurak’ta rastlaştık. 1-2 yıl görüşmemişiz. Neler olduğunu bilmediğimiz için ikimiz de birbirimize temkinli yaklaşıyoruz. Açılamıyoruz. Ne yapıyorsun falan diye sordu. Ben de Kastamonu’da olduğumu, muhasebecilik yaptığımı..vs. Anlattım. O tatlı gülümsemesi ile ben de Kastamonu’ya gezmeye gittim dedi. Gözlerine baktım, anladım. “Sen Mehmed Feyzi Abi’yi (1) ziyarete geldin değil mi?” dedim. Gülümsemesi kahkahaya doğru genişledi. Kucaklaştık. O günden beri birbirimizi bir daha bırakmadık.

Başarılı bir Üniversite hayatı vardı. Okulda araştırma görevlisi olarak kaldı. Bir taraftan da doktoraya devam ediyordu. Bu sıralarda ailesi ile birlikte uğraştığı kuyumculuk işinde bir takım sıkıntılar oldu. Doktora tezini yazıp bir türlü veremedi. Doktora konusu o güne kadar kimsenin düşünmediği, araştırmadığı 1915 Ermeni olayları idi. Konuyla ilgili çok geniş araştımalar yaptı. Belgeler topladı. 6 ay İngiltere’de kaldı araştırma için. Maalesef bir türlü yazıp veremedi. Arkadaşları, talebeleri şimdi profesör olarak çalışıyorlar. Bunu burada söylemeliyim. Biz Azerbaycan’da iş yapmaya başlamıştık. Alaaddin’in araştırma görevlisi kadrosu devam ediyordu. Hocası rahmetli Prof. Mehmet Saray hocaydı. Alaaddin, Saray hocaya gitti. İstifasını verdi. Benim buradan maaş almam caiz değil diyordu. Hoca istifasını kabul etmedi. Ben izin veriyorum. Git ne zaman gelirsen gel dedi. Alaaddin ben dahil kimseyi dinlemedi. Noterden istifasını gönderdi. Saray hoca çok üzüldü. Sanırım birbirlerine kırgın gittiler. Alaaddin kardeşim bu kadar hassastı helal-haram konusunda.

Alaaddin okurken aynı zamanda ailesi ile birlikte Nuruosmaniye’de Yağcı Han’da kuyumcu imalatında çalışıyordu. Bu ona Nuruosmaniye camii baş müezzini merhum kurra Enver Galip Ceylan hoca ile tanışma ve ona talebe olma imkanı sağladı. O su gibi akan, dem ve damarlara işleyen Kur’an okuyuşunda Enver Hoca’mın emeği büyük. Vefatına kadar Enver Hoca ile irtibatı devam etti. Her fırsatta ziyaret etti. Kısa bir dönem Abdurrahman Gürses hocadan da ders aldığını biliyorum. Nasıl bir ilim ve sanat aşkına sahipti, anlatmakta aciz kalıyorum. Hattattı. 1 veya 2 üstaddan hat meşk etti. Fakat mümkün olduğunca kimseye söylemezdi. Yazısına bakanlar hayran olurken o kendisini yetersiz görüyordu. Kubbealtı’nda musiki ve makam eğitimi de aldı. Fakat kadınlarla birlikte eğitim verildiği için yarım bıraktı. Bu süreçte 10000’lerce kitaptan oluşan bir kütüphane sahibi oldu. Kütüphanecilik bölümü mezunu bir kızı maaşla tuttu. Aylarca çalışarak kütüphanesinin kartotekslerini hazırlattı. Bundan 6-7 yıl önce ani bir karar vererek kendisine 2-3 bin kitap bırakarak kalanını Sakarya’da bir üniversiteye bağışladı. Fakat bundan zaman zaman pişmanlık duyduğunu hissediyordum.

Üniversiteler bitince sırada askerlik vardı. Bizim kaderimizin birbirine bağlandığı kanaatine vardıracak müthiş bir tevafuk vardı askerde. Bunu anlatmalıyım. Ben 1983 yılında 177. dönem yedek subay olarak Ağrı’ya tayin oldum. Alaaddin kardeşim de tam hatırlamıyorum benden bir ya da iki dönem sonra yedek subay olarak Siirt’e tayin oldu. O evliydi, ben bekardım. Ailesini de götürdü Siirt’e. Orada çatışmalara girmek zorunda kaldı, pusuya düştüler, yanında askeri şehit oldu. Terörün tırmandığı o dönem bizim alaydan bir kısım subay ve askerleri güney doğuya kaydırmışlardı. Bir gece dağda Alaaddin birlikte görev yaptığı diğer komutanlarla birlikte çay içip sohbet ederken bir üsteğmen geldiği yerdeki bir asteğmenden bahsediyor. “Geldiğim yerde bir asteğmen vardı, gayrısız içtima isterdi. Askerler ondan çok çekinirlerdi. Ben bir akşam boya için 3 kişi lazim, onlar içtimaya çıkmasın gelsinler dedim. Askerler olmaz komutanım diyorlar. Nasıl olmaz lan? Komutanım bugün Çamur asteğmenin nöbeti, herkesi içtimada ister, ancak yazılı talimat verirseniz götürürüz dediler.” Alaaddin’de şimşek çakıyor!

-Bu çamur asteğmenin adı ne?

-Şevket

-Nereli?

-Kastamonu.

-Soyadı?

-Çetinkaya!

Meğer bizim taburda Teğmen olan Senih Siirt’e kaydırılınca orada terfi alıp Üsteğmen olarak Alaaddin’in birliğine geliyor. Askerde iken uyanıklar hep bir şeyler uydurup içtimaya katılmazlar, hep garibanlar gelir dikilirlerdi. Ben de haksızlığı gidermek adına herkes toplanmadan içtima almazdım. Senih Teğmen’den askerler yazılı emir isteyince o da kapalı bir zarfı askerlere vermiş, yazılı emir götürün demiş. Zarfı açınca yakın zamanlara kadar üçümüz birlikte görüşmeye devam ettiğimiz dostumuzun bana, “Ulan çamur, çamurluk yapma, askerleri gönder” yazdığını gördüm. Tebessümle askerleri gönderdim. Dağda çadırda Alaaddin’e bunu anlatıyormuş.

***                             ***                             ***

Alaattin Özer'in Hat Çalışmalarından
Alaaddin Özer’in Hat Çalışmalarından

1990’larda SSCB dağılınca bütün Orta Asya’da ve eski komünist dünyada geniş ticari imkanlar ortaya çıktı. O zaman ben yönettiğim şirket adına bu coğrafyada neler yapabilirim diye araştırırken Alaaddin de ısrarla bu bölgelere gidelim, araştıralım diyordu. 1996 ya da 1997 yılında Moskova’ya ilk gittiğimde kardeşim de bana katıldı. Seyahat programını birlikte yaptık. Niyetimiz Moskova’dan sonra Orta Asya ülkelerini de ziyaret etmekti. Aslında buraların bize kapalı olduğunu belki de bu seyahatte anlamalıydık. Önce bize mihmandarlık edecek arkadaşlar akşam bizi bir otele bırakırken sabah erkenden geleceklerini söylediler. Sabah kalktık. Tercümanla birlikte gelecek olan arkadaşları beklemeye başladık. Öğlen oldu kimse yok. Açız, Dil bilmiyoruz. Alfabe farklı. Yerel paramız yok. Otelin önüne çıktık. Önümüzde bir jeep durdu. İçinden 3-4 galiba Omon dedikleri oranın özel timi polisler indi. Pasaportları aldılar, kısa bir sorgu yaptılar. Orada şöyle tatlı bir hatıra oldu. Biz kendimizden emin habire gülüyoruz. Polislere de ikide bir Kapalıçarşı’da geçerken sık sık duyduğumuz, anlamını bilmediğimiz “konega” gibi bir şey söylüyoruz. Onlar da tebessüm ediyorlar, parmakla bizi işaret edip “polis” diyorlar. Neyse sonra anladık ki söylediğimiz kelime meslekdaş anlamına geliyormuş.

Otelin çevresinde dolaşmaya çıktık, bir döviz büfesi bulduk ve işportadan muz alarak karnımızı doyurduk. Akşam arkadaşlar geldiler, çelik tencere imal eden bir firmanın müdürü yalnız kalıyormuş, bizi misafir etmek istedi. Üstüste aksiliklerle Moskova dışına çıkamadan Türkiye’ye döndük. Önce 1-2 gün tercüman gelmedi. Sonra Türk diyince hiç bir toptancı randevu vermedi. Ardından 1 Mayıs tatilleri geldi. Başka ülkeye gitmek için bilet bulamadık. Alaaddin çalışıp kril alfabesini bir günde öğrendi. Biz de Moskova ve çevresini metro ile gezerek günlerimizi değerlendirdik. Sonra ben yalnız bir kaç defa daha Moskova’ya geldim. Şirket kurdum. Satış organizasyonu kurdum. Oturum aldım.

***                             ***                             ***

89 ya da 90 yılı olması lazım Alaaddin, Remzi abi (2) vasıtasıyla Ahmed İhsan abi ile İsav’da tanışmış. Samimiyetleri ilerlemiş. Bir akşam beni aradı, derse davet etti. Evlerinde yaptıkları dersteki ders arkadaşlarının bir kısmını tanıyordum. Hatta Aksaray civarında bir yerde meşhur 1-2 yazarın da iştirak ettiği yakın tarih dersleri de olmuştu. Alaaddin’in evinde yapılan derslere katılmayı ben de planlıyordum. O tarihlerde Çağ yayınlarında koordinatör olarak çalışıyordum. Birçok dernek, kurum ve vakıfa “Doğuştan günümüze büyük İslam tarihi” adlı 16 ciltlik eserden numune olarak gönderiyor, bilahare parasını tahsil ediyorduk. İsav’a da paranın tahsili ve talep olup olmadığını öğrenmek için uğramıştım. Sonradan hatırladım o ziyarette Ahmet İhsan abi ile sathi bir tanışıklığımız olmuştu. Kitaplar burada dursun, gençler okusun falan dediğini ve benim ısrarla parayı tahsil ettiğimi de hatırlamıştım maalesef. Bu sıralarda Ataköy’de rahmetli Ali Tepe ile ortak işlettiğimiz restaurantta genellikle ben duruyordum. Gün içinde müsait oldukça çevre esnaflarla oturduğumuzda küçük risalelerden örnekler okuyordum. Kitabı ve müellifini hiç göstermiyordum. Çünkü, o zaman hiç dinlemezlerdi. Yine karanlık günlerdi. Biz Cuma saati dükkanı kapatıyorduk. O günkü gazetelerde irticaya destek veren kuruluşlar içinde bizim yüzümüzden bayisi olduğumuz tavuk firmasının adı çıkmıştı. Orhan abi ve Ali abi bitişik lojmanda oturuyorlardı. Önce onlarla tanıştım. Zamanla camiye de gidip geldikçe İdris abi, Süleyman abi, Yılmaz abi, Doktor abi, Faik abi gibi çok değerli arkadaşlarla tanıştım. Dükkanın önünde çay-ayran içerek sohbetler ediyorduk. Derken bir cemaat olduk. Durum dükkan önündeki sohbetlerden çıkma safhasına gelmişti. Abilerle istişare ettik. Bir hoca ayarlarsak evlerde dönüşümlü olarak haftalık kurumsal bir derse dönüşmeye karar verdik. Hoca aramaya koyulduk. Şişli’de devam ettiğim haftalık bir ders vardı. O hocaya söyledim. Başkalarına da haber verdik. Netice beklerken konuyu Alaaddin’e de açtım. Gözleri parladı. Kendi evlerinde Ahmed İhsan abi ile yaptıkları derste aile binası diye abilerinin sorun çıkardığını, eğer kabul ederse Ahmet İhsan abinin olabileceğini söyledi. Tamam dedim. İstişare etmiş, olumlu döndü. Ahmet İhsan abi, genç, yakışıklı, halim selim bir kardeşle birlikte Ataköy’e dükkana ziyarete geldi. İşte yıllardır devam eden Cuma dersleri böyle başladı. Birlikte olmanın şükründen aciz olduğumuz abi-kardeşlerle irtibatımız kökleşti. İnşaallah Alaaddin kardeş vesile olduğu bu mütevazi hizmetin ecrini alacaktır. Allah ebeden razı olsun.

***                             ***                             ***

İnsanın cüzi iradesiyle hayatını kendi planlıyor zannetmesi kadar anlamsız bir şey olamaz. Bizim Alaaddin’le olan ortaklık hikayemizde bize yazılan kaderi senaryoyu farkına varmadan oynamaktan ibaret. Gerçekten tam bir neredeeen nereye hikayesi. 98 yılında ben çalıştığım firmadan ayrıldım. Alaaddin’le sürekli görüşüyorduk. Rahmetli hep benimle birlikte özellikle Orta Asya’da iş yapmak istiyordu. Tabii ben de arzu ediyordum. Fakat nereden nasıl başlayabileceğimize dair olgunlaşmış bir şey yoktu. Derken bir Perşembe günü benim daha önce çalıştığım şirketten talebem Ankara’da yaşayan Vedat, İstanbul’a gelmişti ve beni ziyaret etmek istiyordu. Akşam Fatih’te ders olduğunu, dersaneye gelirse görüşebileceğimizi söyledim. Vedat yanında daha önce memleketi Tokat’tan tanıdığı o esnada Tekirdağ’da ikamet eden Alaaddin diye bir arkadaşla birlikte gelmişti. Alaaddin kardeşim de dersteydi. Meğer Tokat dolayısıyla onlar da tanışıyorlarmış. Şimde öyle hatırlıyorum. Ve… nasıl denir? “Kader ağlarını örüyordu” O gün misafir Alaaddin bey, Azerbaycan’da tanıdığı iki arkadaş olduğunu, onların coğrafyayı bildiklerini, çevreleri olduğunu, birlikte iş yapabileceğimizi söyledi. Tanışalım dedik. Tanıştık. Nihayet Azerbaycan’a yerleşmeye, orada iş yapmaya karar verdik. Daha sonra tekrar geleceğim. Alaaddin kardeş yapı itibarıyla çok hızlı karar veriyor. Ben temkinliyim ama o esnada işsizim ve bir iş yapmam lazım. Burada fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Özetle; İlk Azerbaycan’a gidişimiz içme suyu şişeleme tesisi kurmaktı. Şamaxı bölgesinde bir kaynak ayarlamıştık. Alaaddinle koşturduk, araştırdık, hazırlandık fakat sermayemizin bizi zorlayacağına karar verdik. Başka bir plan kurduk. Özelleştirmeden Sumqaıt yolunda ana yola cephe 75 dönüm arazi satın aldık. Burayı parselleyip satıp elde ettiğimiz para ile yine özelleştirmeden satılan bir ayakkabı fabrikasını alıp bir kısmını yurt yapıp kalanını düzenlemeden sonra satarak su tesisine sermaye temin edip yolumuza devam edecektik. Olmadı. Rus krizi patlak verdi. Azerilerin çoğu Rusya’da çalıştığından kriz Azerbaycan’ı da vurdu. Çırpındık, koşturduk bir parça yer bile satamadık. (Azerbaycan’dan çıktıktan bir müddet sonra birileri gelip Türkiye’de bizi buldu. Arsaya bina yapmak zorunluluğumuz olduğunu, yoksa arsaya el koyacaklarını söylediler. Maalesef gelenlere 20000 dolar gibi komik bir rakama arsayı vermek durumunda kaldık. Daha sonra Alaaddin Azerbaycan’a gittiğinde bizim arsaya büyük fabrikalar yapıldığını ve arsa değerinin 4 milyon dolar olduğunu söyledi.)

Alaaddin Özer’in Ahşap Oyma Çalışmalarından

Paramız arsada bağlı. Geçinmek zorunda olan 4 aile var. Başka neler yapabiliriz diye araştırmaya başladık. En iyi bildiğimiz iş mutfak eşyaları. Hemen tanıdık bir marka ile anlaştık. Azerbaycan’a sadece bize mal vereceklerdi, biz de onları orada marka yapacaktık. Biz sözümüzde durduk. Herkes o marka teflon eşyaya sahip olmayı statü gibi görmeye başladı. Alaaddin İstanbul’dan otobüse veriyor, ben Azerbaycan’da havaalanının yanındaki toptan merkezinden alıyor, müşterlere teslim ediyordum. Sistem oturmuştu. Geçinmemize yetiyordu. Bir gün bir baktık her yerden o marka tencere, tava fışkırıyor. Meğerse bizim dostlarımız bizi satmış. Emeklerimiz çöpe gitti. Uzatıyorum mecburen. Ceviz tomruğu işine karar verdik. Günlerce kafkas dağlarında, köylerinde minibüsün içinde uyuyarak Azerbaycan’ı, Türkiye ve İtalya’da da alıcıları organize ederek mükemmel bir düzen kurduk. Deneme Tır’ını başarıyla gönderdik. Artık her şey tamamdı. Çok yorulmuştuk ama hepimizi geçindirecek işi hazırlamıştık. 4-5 tır ceviz tomruğunu yükledik. Türkiye’ye doğru yola çıkan şoförler gümrük kapısından bizi aradılar. Tırların çıkışına izin verilmediğini söylediler. Halbuki biz bütün yasal prosüdürü tam olarak hazırlamıştık. Sebebini öğrenmek için arkadaşlar çabalıyorlardı. Günün gümrükle ilgili en yetkilisine bile ulaştık, meselemizi çözemedik. Sonra anladık. Ceviz ihraç yetkisi sadece “tanıdık” bir şirkete verilmiş. O şirket hiç bir şeye karışmadan bizden tır başına 2000 dolar isteyince bu iş de çöktü. Maalesef bütün emeklerimiz bir kez daha çöpe gitti. Başka bir şeyler bakmalıydık. Sumqaıt’daki kimya kompleksinin faaliyete başladığını öğrendik. Araştırdık. Fabrikaya ziyarete gittik. Poşetin hammaddesi olan polietilenin Türkiye’ye gönderilebileceğine karar verdik. Yine bir Tır deneme gönderdik. Sonuç pozitifti. Bizi bugünkü poşet fabrikasına götüren süreç böyle başladı. İhsan Dış Ticareti kurduk. Tam işler hızlandı. Azerbeycan’da fabrika üretimi durdurdu. Bulgaristan, Romanya, Macaristan gibi ülkelere yöneldik, tüccarlardan da mal alıp satıyorduk. Müşterimiz olan yeni kurulmuş Eprati’nin hisselerinin önce %40 ını, daha sonra tamamını alarak bugünlere kadar geldiğimizi söyleyerek bu kısmı kapatayım.

***                             ***                             ***

Yukarıda bahsetmiştim. Alaaddin çok hızlı karar alıyordu. Bazen birlikte düşündüğümüz, planladığımız işte istişare, bekleme safhasındayken Alaaddin çoktan karar vermiş, kendini bağlamış oluyordu. O zaman ortaklıktan ayrılıyor, gidiyor, 6 ay, bir sene sonra geri geliyordu. Geldiğinde her zaman Eprati’ye ortak olarak devam edebiliyordu. Bu şekilde Moğolistan’da pimapen işi, Azerbaycan’da mermer işi yaptı. Çok ama çok iyi niyetli olduğundan maalesef muhatap olduğu herkes kendisini istismar etti, dolandırdı. Bir kardeşle beraber Özbekistan’dan pamuk işi ile ilgili çok koşturdular. Her şey tamam gibi görünürken yine nasip olmadı. Çok çalışkandı, katiyen yılmazdı. Fabrikamızda bütün makinaların tamir bakımını öğrendi, işçilere de öğretti. Bu paragrafı da bir hatırayla sonlandırayım. Moğolistan’la ilk temasımız oradan altın ithal etmek içindi. Hesaplamalarımız karlı görünüyordu. Konunun muhatabı ile İstoç’da ofisinde görüşüyorken sekreteri geldi. Birisinin aradığını söyledi. Adam “Yok de!” dedi. Biz birbirimize baktık. Ayağa kalktık. Toplantı bitmiştir, hayırlı işler dedik çıktık. Ne kadar karlı olursa olsun böyle biri ile iş yapamazdık.

***                             ***                             ***

Şevket Çetinkaya ve Alaaddin Özer’in Ölümsüz Dostluğu

Alaaddin kardeşimle bizim samimiyetimiz kadar ailelerimizin de samimiyeti vardı. Her ikimizin de 5 er çocuğu vardı. Yaşları birbirlerine yakındı. Kardeş gibiydiler. Her fırsatta birlikte vakit geçiriyorduk. Gebze’deki çiftlikte, evlerimizde beraber olduğumuz gibi birlikte seyahatlere, tatillere de gidiyorduk. 10 çocukla organizasyon, tatil yapmaya nasıl cesaret ediyorduk. Herhalde gençlikten; bugünden bakınca imkansız gibi görünüyor. Burada tebessüm ettiren bir hatırayı paylaşmak isterim. Gönen’de kaplıcaların olduğu yerde birer daire tutup bir kaç gün birlikte tatil yaptık. Dönüşte bir dinlenme tesislerinde durduk. Hep birlikte salona girerken kapıdaki teşrifatçı görevli “Beyefendi hoş geldiniz. Hangi anaokulu?” demesiyle herkes kahkahaya boğuldu.

***                             ***                             ***

Doktorasını tamamlayamadığına çok üzülüyordu. Akademisyenlik, hocalık içinde ukde kalmıştı. Hocalığı önemli hizmet vasatı olarak görüyordu.Bir gün heyecanla bana geldi. İçindeki hizmet ateşini söndürecek formülü bulmuştu. Daha önceki pozisyonlarından dolayı Tarih öğretmenliği hakkı vardı. “Ben öğretmenliğe başlayacağım” dedi. Müracaat eder etmez hemen kabul edildi. Önce Çerkezköy EML’de, daha uzun bir süre de Rum Lisesi’nde emekli olana kadar tarih öğretmenliği yaptı. Entellektüel birikimi, samimiyeti, yumuşak huyluluğu ile herkese kendini sevdirmişti. Çalışkanlığını, “Kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikin (mealen)” hadisinden aldığı gayretini gençlerimizin örnek alması lazım. Emekli olduktan sonra önce arıcılık kursuna devam etti. Sertifika aldı, uzmanlaştı. Akabinde bahçecilik, bahçe bitkileri, çiçek ve meyve bakımı ile ilgili kursları bitirdi. Boş geçirdiği dakikası yoktu. Ağaç oyma sanatına başladı, kısa zamanda ustalaştı. Çok değerli eserler meydana getirdi. Bir çok sergilere katıldı. Ağaç oyma hocası ihtiyaç sahibi bir Azeri vatandaşıydı. Hem ona destek olmak, hem de yeni sanatkarların yetişmesine katkıda bulunmak için bir çok kişiyi teşvik etti. Teşvik ettiklerinden ustalaşıp sergi açanlar var.

Kardeşim hastalandığını öğrendiğinde soğukkanlı, esbaba teşebbüs sadedinde ne gerekiyorsa yapmaya çalıştı. Son 4-5 ay çok ağır geçti. Çok büyük sıkıntılar çekti. Son ay iyice kilo kaybetmiş, oturamaz, konuşamaz, hatta elini kaldıramaz hale gelmişti. Ben bütün sürece şahidim. Çektiği dayanılmaz eziyetlere rağmen  ağzından “ah!, of!” gibi tek kelime dahi çıkmadı. Vefatından takribi bir ay önce zor durumda Almanya’ya gitti. Evlatlarını karşısına almış, vasiyet gibi, veda gibi son konuşmasını yapmıştı. Bir ay kalmayı planlamışken ağırlaştı ve apar topar Türkiye’ye hastaneye döndü.  Rabbisine tam bir tevekkül halinde “ircıi” emrini bekledi. Bütün ömrünü mü’min, muvahhid, nurlara müştak olarak yaşadı ve ruhunu da öyle teslim etti inşaallah. Kendisinin bu hastalığa düçar olmasına sebep olanlardan ve onlara azıcık dahi olsa kalben meyledenlerden sitemini ve bedduasını son nefesine kadar devam ettirdi. Rabbim rahmetiyle muamele eylesin. Bizleri cennetinde buluştursun. Amin

1- Mehmet Feyzi Şallıoğlu. Bediuzzaman Said Nursi hazretlerinin talebelerinden asrın mühim bir alimi. Kastamonu’lu.

2- Remzi ağabey; Ahmed İhsan ağabeyin nurları tanımasına vesile olduğu, sonra da kendisini yetiştirerek ders başlatmış bir ağabey

2 thoughts on “Alaaddin Özer’in Ardından

  1. Önce selam sonra kelam…

    Muhterem abimizin bu yazı ile anılması cidden beni duygulandırdı. Hem çok sevdiğimiz hem de yakınlık hissettiğimiz muhterem mağfur Alaaddin ağabeyimiz şuanda dar-ı bekada kendinden bahsettiğimizi, hakkında yazılar yazdığımızı, dualarla hatırladığımızı biliyordur. Bunu hissetmek bile hem manevi bir yakınlığın izini hem de kardeşliğimizin tadını bize yaşatıyor. Böyle zamansız ( adet üzre söylediğim bu kelime birden aklıma şunu getirdi zaman nedir ki? ha varsın ha yoksun… ) ebediyete göçen bir kardeşimiz içinde aynı duyguları paylaşarak serd-i kelam eylemiştim. Şimdi iki kez okuduğum hatta daha da okumaya hahiş olduğum Şevket abimizin yazısını da o güzel kaleminden çıkan hoş çağrışımlar, çağıldamalar, çağrılar için tebrik etmek isterim… Bu yazı aklıma düştükçe bir dua ve yakınlık için bana bir kapı oldu. Sadece bahsi bile içimde yankılandı. Eksikliğini hisseder oldum. Bir kardeşimizin tekrar ettiği gibi ” Pırıl pırıl, nezih ve tertemiz bir hayat ki gölgesi, muhatarası, zannı, züllü olmayan bir ömür.” hiçbir olumsuzluğa mahal vermeyen bir kişilik. Farklı münasebetlerle ve bağlantılarla olan 30 küsur yıllık ahbaplığımız yazının başındaki fotoğrafıyla bir anda gözümde çerçevelendi, kalbim titredi. Evet bu ağabeyimizle iyi ki tanışmışız. İyi ki kardeşlik yaşamışız.. Saadetle ve nurlarla kalasın muhterem ağabeyiciğim… Umulur ki yanına vardığımızda bizimde elimizden tutarsın. Yine bize ağabeylik yaparsın… Emeğinden dolayı kadim ve can dostu olan Şevket ağabeyimize memnuniyetimi ve teşekkürlerimi sunarım. Anca ağabeyimizi onunla bir ömür geçiren bir ağabeyimiz yazmalıydı, ellerine sağlık diyorum… Ve merhum ve mağfur ağabeyimize rahmet, mağfiret diliyor dualar ediyorum…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir