Bir gün henüz bahara adım atmış bir genç yol yol, dağ dere, çayır bayır dolaşırken yürüdüğü yerde güzel, süslü, gösterişli bir ahşap sandukaya rast geldi. Olduğu yerde sağına soluna baktı, yeşillik, ağaç altı, dere kenarı, ıssız mı ıssız, nadiren uğranılan bir yerde olduğunu fark etti. Daha sonra buraya gelen, buradan geçen oldu mu diye merakla kontrol etti. Etrafta başka kimseyi göremeyince cesaretle sandukayı açtı. Bir de ne görsün: Parıl parıl parıldayan, ışıl ışıl ışıldayan muhteşem bir hazine. İçi, değerine paha biçilmez mücevherlerle, altınlarla ağzına kadar dolu. Delikanlı dürüst ve mert biri olduğu için etrafına bakarak kimsenin olup olmadığını tekrar süzdü. Kime ait olabileceğini düşündü, sahibini aradı fakat maalesef kimseyi bulamadı. Sonrasında bu hazineyi yanına alarak evine geldi. Durumu ailesine anlattı, çevresine söyledi, fakat kimsenin bu hazineden haberi yoktu. Bu kadar sorgulamalardan artık sahibinin olmadığı anlaşıldıktan sonra şüpheli bir mutluluk içerisinde hazineyi açıp tekrar bakıp kontrol etti. Aman Allah’ım muhteşem bir hazine, bir kez daha gözü kamaştı. Genç edepli, iyi niyetli olduğu için etrafındaki büyüklere ve sevdiği insanlara çevresine birer tane hediye edip ikramda bulundu, onlarında bu sevincine ortak olmalarını istedi. Bir de ne görsün her verdiği mücevher tanesi veya altın sikkesi için hazine 10 katı daha artıyor. Buna şahit olan genç bir kez daha hayretten hayrete giriyordu. Olanları görünce şaşkınlaşıp “Allah’ım bu nedir?” diyerek donup kaldı ve bu işte farklı bir sır olduğunu düşünmeye başladı.
Bu hazinenin ısrarla araştırıp sorguladığı halde başka hiçbir kimseye ait olmadığı kesinleşip emin olunca düşünmeye başladı. Acaba bu hazine kimindi, neden oradaydı, kim oraya getirip koymuştu, orada ne işi vardı? Uzun uzun düşünüp durdu. Hem o kadar aramalarına rağmen hiç kimse çıkıp da sahiplenmedi, arayıp sormadı da. Garibine gidiyordu. Bu işin peşini bırakmaya niyetli değildi. Gerçi çevresi, ailesi “Niye düşünüp duruyorsun, sahibi yok işte, sahibi sensin artık keyfini çıkar” deseler de o boş veremiyor, düşünmekten kendini alamıyordu. Birde vicdanı onu rahat bırakmıyordu.
Ey bu hazinelerin yüce ve cömert sahibi! Sahip olduğum neyim varsa hepsini sana sunuyorum. Senin sevginin hazinesi bana yeter. Ben senin bir sevgine kalbimi, canımı saçar savururum. Yeter ki sevgin içimi ve dünyamı doldursun. Beni senin sevgin ben yapsın.
Muhakkak bunun sırrını bulmam lazım diyerek 40 gün 40 gece aç susuz sordu, sorguladı, düşündü durdu… Artık içinde öyle yer etmişti ki hazineden daha ziyade bu sırrı çözmek ona daha önemli gelmeye başladı. Kendini artık buna kaptırmıştı. Evde köyde durmuyor, kendini dağlara, ovalara vuruyor, uzak yakın demeyip geziyordu. Ve her karşılaştığı kişiye oranın en zenginini soruyordu. Herkes birilerini gösterdi. Fakat birazcık yoklayınca hiçbirinin böyle bir olaydan haberi olmadığı ortaya çıkıyordu. Köyünden çok uzaklaşmıştı. Şehirlere, beldelere, başka başka illere gelmişti. Bu yabancı yerde kim onu tanırdı, bilirdi ki aradığına cevap versin. Her gece ümidini bir kat daha yitirirken konakladığı handa yabancı biri kendine sokularak bir şeyler fısıldadı. Kıyafeti tam bir derviş, yüzü apaydınlık, şefkatli sıcak mı sıcak bir seslenişi vardı. “Sen de mi sırrını arıyorsun” dedi. Birden irkildi, gözünü açarak dervişe dikti, nefesi kesilmiş öylece bakıyor bir şey diyemeden ne söyleyeceğini bekliyordu. Uzun bir sessizlikten sonra “Sakın hepsini kendine harcama” dedi. Vücudu titriyordu, gözlerinden yaş boşanmaya başladı, lal kesilmişti. Derviş gencin elinden tuttu, kendi gömleğini sıyırdı, göğsüne getirip koydu. Genç bir de ne görsün? Muhteşem bir hazine dervişin kalbindeydi. O kadar güçlü parlıyordu ki hazineden daha güçlü ve daha göz alıcı idi. Derviş gömleğini kapattı. Şimdi sen gömleğini aç dedi. Genç halen konuşamaz bir vaziyette utana çekine gömleğini açtı. Bir de ne görsün? Hazinesi onun göğsünde duruyor. Genç daha fazla dayanamadı ve oraya bayılıp düştü.
Sabah uyandığında ise gözünü zor açıyor, gücünü toparlayamıyor, kendine gelemiyordu. Sanki tonlarca yükün altında kalmıştı fakat sadece kulağında dervişin sesi çınlıyordu. “Sakın hepsini kendine harcama…” Genç biraz yatakta kendine geldikten sonra doğruldu, olanları düşündü, derviş aklına geldi. Hemen onu bulmalıydı ve ne olduğunu öğrenmeliydi. Odasından çıktı her yere baktı, öyle bir dervişi gören bile yoktu. Bir köşeye oturdu, hayatını saran bu esrarın daha bir ürpertisini çok derinden içinde hissetti. Düşündü, dönmeye karar verdi, köyüne doğru yola çıktı. Yolda bütün olanları aklından tekrar tekrar geçiriyor anlamaya çalışıyordu.
Köyüne geldiğinde herkes başına üşüştü, sorular sorulara eklendi, köyü koca bir merak sardı. Fakat genç sırrını hiç anlatmadı, gezdiği gördüğü yerlerden bahsetti. Köylüler de onunla avunup gittiler. O akıllı genç hazineyi önüne alarak uzun uzun baktı, inceledi, dikkatle tanımaya çalıştı, değerlerini, tartılarını fark etti. Sonra kapatıp uyudu. Sabah gün doğmadan ceplerine hazinenin en nadide parçalarını doldurarak evden çıktı. Evdekiler bile sonra fark ettiler çıktığını. Yine endişelendiler, arandılar ama genç çoktan gözden kaybolmuştu. Herkes o gün işinde gücünde çalıştı, yapacaklarını yaptı, çatacaklarını çattı, tarladan, bağdan, bahçeden evlerine döndüler. Dönmesine döndüler ama neler gördüler neler? Köye girerken birbirlerine şaşkın şaşkın bakıp seyrediyorlardı. Bütün hepsi geldikleri yollarda çiçeğine böceğine, gülüne bülbülüne, kuşuna kuşcuğuna, dikenine fidanına, dalına budağına, ağacına ormanına, çöpüne çubuğuna, yoluna duvarına, damına çörtenine, kapısına eşiğine, taşına toprağına öyle mücevherli nakışlar, öyle altın bezekli halkalar, öyle kıymetli elmaslar, yakutlar, inciler, mercanlar, zebercetler öyle sanatlı gümüş sırmalı süsler, paha biçilmez harikalar asılmış, konulmuş, tutturulmuş olarak gördüler ki kimse hiçbir şey diyemeden bu manzarayı seyre durmuş ve donmuş, kalakalmışlardı. Hemen sonrasında dağlardan yankılanan bir ses duyuldu. “Ey bu hazinelerin yüce ve cömert sahibi! Sahip olduğum neyim varsa hepsini sana sunuyorum. Senin sevginin hazinesi bana yeter. Ben senin bir sevgine kalbimi, canımı saçar savururum. Yeter ki sevgin içimi ve dünyamı doldursun. Beni senin sevgin ben yapsın.” Bu o ahlaklı, akıllı gencin sesiydi. Kendi görünmüyor sesi her yerden çınlayarak yüreklere işliyordu. Sanki dağ taş, yer gök onun sesiyle sesleniyordu. Fakat harikalar daha bitmemişti, bu ses yankısı dalgalanıp durulunca bir süre sonra gökyüzünde hareketlenmeler başladı. Hava kararmaya yüz tutmuşken güneş gün batımından tekrar geri döndü ve yükseldi. Ta ki tepsi gibi görünecek bir yere kadar gelmişti ve sanki köyün üstünde durarak apaydınlık, rengârenk bir gülücük bıraktı. Sonra tekrar ufuktan kaybolup gitti. Gönüller hem o güneşin ışıklı tebessümü, hem o gencin yankısı, hem de alabildiğine ulvi bir sevgiyle dolmuştu…