Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin kendi şahsiyeti, şahs-ı manevîsi ve Risale-i Nurlar’ın şahs-ı manevîsi ve dahi cemaatinin şahsı manevîsi, her birisi ayrı bir tahkik alanıdır. Mademki Risale-i Nurların en öncelikli amacı insanı taklitten kurtarıp tahkik ehli bir Ehl-i Tevhid yani Muvahhid bir Muhammedî olmasını sağlamaktır, o halde en önce tahkik edilmesi gereken meselelerin başında bu saydığımız konular gelecektir.
Bu konuların tahkiki ise her Nur okuyucusunun ve takipçisinin bir nevi kendi serüveni, yolculuğu ve tecrübesi olacaktır. Yani hiç kimse bir başkasının yönlendirmesine muhtaç değildir. “Kimse kimsenin kulağına eğilip fısıldayarak Bediüzzaman Hazretlerinin ve Nurların makamının kendisine söylenmesini beklemeyecektir”[1]. Söylediğini varsayarsak, bu durumda o bilginin kendi tahkikimiz olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu bilgi taklitten öteye geçemeyecek ve biz o kimseyi kendi gözümüzle değil bir başkasının gözüyle görmüş olacağız. Söylenen şey doğru olsa dahi o bilgi taklidî bir bilgi olmaktan öteye geçemeyecek, bize mal olmuş, bize ait, ruhumuza ve vicdanımıza sinmiş bir bilgi, marifet olmayacak ve biz o bilginin gerektirdiği tavır ve tutumu ve itikadı taşıyamayacağız ve tereddütler yaşayacağız, bocalayacağız. Kaldı ki o aktarılan bilgi bize aktaranın bir zann-ı galibinden başka bir şey değildir. Yani o kişinin kendi tecrübesini ve birikimi neticesinde varmış olduğu kanaattir. Bu ise ehl-i hakikat olmaya aday bir talebe için ne kadar delil olabilir ki? Zaten günümüzde Bediüzzaman Hazretleri ve Nurları hakiki makamları ile tanımaktan uzak kalmamızın sebebi zaman içerisinde kanat önderi ve ya da Nurları iyi anladığını düşündüğümüz kimselerin zanlarına ve kanaatlerine fazlaca güvenmemiz ve onların kanaatleri ile iktifa ediyor oluşumuz. Bu zanlar ve kanaatler fayda sağlamaktan çok bize bir berzah oluşturuyor ve biz bu berzahlardan çıkamayarak onları hakiki mahiyetleri ile tanımaktan uzak kalıyoruz.
O halde diyebiliriz ki her birimiz Üstadı ve Risale-i Nurları bizzat kendimiz tanımaya gayret göstereceğiz. Tahkik yolculuğumuzun ana başlıklarını kanımca şunlar oluşturabilir: Risale-i Nurların çok ve dikkatli okunması, cemaatin şahs-ı manevisinden yararlanmak, Üstadın Hayatının çok iyi incelenmesi, Nurların satır aralarına dikkat edilmesi, Allah’a çokça yalvarmak, firaset ve basiret istemek, ipuçlarını takip etmek ve zihni temiz ve duru tutmak. Diğer Ağabeylerin ve büyüklerin ise birikimlerinden faydalanmak ama bunu yaparken demin bahsettiğimiz gibi tahkik ehli olduğumuzu unutmadan onların da yanılabileceğini ve söylemiş olduğu bilgilerin onların kendi birikimlerinin bir sonucu olduğunu düşünmek ama söylediği fikirlerdeki hakikat paylarını nazara almak.
İşte bu şekilde yapabildiğimiz gayretler neticesinde kendimize göre bir zan sahibi oluruz. Sonra araştırmalarımız devam eder ve bu zannımızı besleyecek deliller çoğalırsa o konuda “zann-ı galip” denilen bir kanaate sahip oluruz. İlerleyen zamanlarda daha güçlü deliller ile artık tam bir “kanaati vicdaniye ve fikriye” hâsıl olur ki bu kanat uzun bir tahkikat neticesinde bize mal ve ait olan ve artık bütün dünya karşımızda dursa onu değiştirmeyeceğimiz bir fikir ve görüş olarak ortaya çıkar. Ancak bu konu tahkike, yoruma ve açık olduğu için bu düşüncemiz bize özel ve münhasır bir düşünce olur. Bu düşüncemizi diğer kimselere teşmil edemeyiz. Sorulursa kendi kanaat-i vicdaniye ve fikriyemizi izhar edebiliriz. Ancak bu kendi tahkikatımızı bir hüküm olarak ve propaganda suretinde yaymak Nurların önemli düsturlarından biri olan “sırran tenevveret” kavramına zıt olacağı gibi diğer kimseleri de tahkikten öte taklide sürüklemiş oluruz. Hele ki kanaat önderi ya da Nur camiasında sivrilmiş bir konumda isek yanlış kaanatlerimiz ile hasenat yerine vebal yüklenme riskimiz ortaya çıkar.
Allah tahkikat yolculuğumuzu hayırlı kılsın. Bizlere firaset ve basiret ihsan etsin. Üstad Hazretlerini ve Risale-i Nurları, onların sahs-ı manevilerini layıkı ile tanımayı ve kucaklamayı bizlere nasip etsin.
[1] Bu sözü Ahmed İhsan Genç bir ders sırasında söylemiştir.
Kavramlar
Zann-ı galip: Kesin bir bilgi olmamakla beraber belli bir konuda bir görüşün diğer görüşlere baskın olması
Sırran Tenevveret: Peygamber Efendimiz’e (a.s.m.) Cebrail (a.s.) tarafından öğretilen ve Hz. Ali (r.a.) tarafından kaside şekline getirilen bir dua kitabı olan Celcelutiye’de mühim ilimler ve sırlar vardır. Bu kasidenin bir beytinde Risale-i Nurlara da işaret vardır. Bu beyitte şöyle denmektedir:
Tükâdü sirâcü’n-nûri sirran beyâneten
Tükâdü sirâcü’s-sürci sirran tenevveret’
Yani: Sirâcü’n-Nûr (Risâle-i Nûr) gizli olarak yakılır ve aydınlatır!
Kandiller kandili gizli olarak tutuşturulur. O da her tarafı aydınlatır!”
İşte bu sebeple sırran tenevveret düsturu Risale-i Nur’un mühim bir esasıdır. Yani Risale-i Nurlar sade, mütevazi ve şaşaasız bir surette intişar eder, gönüllerde yayılır. Bunu görebilmek basiret ve feraset sahiplerine müyesser olur.
Hele ki kanaat önderi ya da Nur camiasında sivrilmiş bir konumda isek yanlış kaanatlerimiz ile hasenat yerine vebal yüklenme riskimiz ortaya çıkar.
.
Allah tahkikat yolculuğumuzu hayırlı kılsın. Bizlere firaset ve basiret ihsan etsin. Üstad Hazretlerini ve Risale-i Nurları, onların sahs-ı manevilerini layıkı ile tanımayı ve kucaklamayı bizlere nasip etsin.
.