Hikmet, annesinin bütün uyarılarına rağmen bilgisayarın başından ayrılmıyor, onu bıraksa cep telefonuna el atıyordu. Okulun olmaması ona büyük bir fırsat olmuştu. Gençliğe yeni yeni adım atıyor olması da onu adeta tavizsiz bir kişilik haline getiriyordu. Kendisine yapılan uyarılar karşısında sesini yükselttiği de oluyordu. Hastalık senesinin günleri maalesef böyle geçiyordu. 8.sınıf öğrencisiydi, önünde lise giriş sınavları vardı ve bütün hayatına faydası olabilecek güzel bir lise için çok çalışmalıydı. Ancak Hikmet’in tek kusuru bu değildi. Çok yaramazlık yapıyor, güzel bir insan olmak için pek gayret göstermiyordu. Vaktini çok boş bir şekilde, böylece geçiriyordu.
Tüm bu olanlar ailesini üzüyordu.
Hikmet’in, bilgisayar oyunları sebebiyle (o korkunç karakterler yüzünden) bazen uykusu kaçıyor ya da oyun karakterleri onun rüyasına giriyor ve geceleri korkuyla uyanıyordu. Ama buna rağmen bu tutkusundan bir türlü vazgeçemiyordu.
Yine böyle günlerin birinde Hikmet bütün gününü sanal âlemde oyun oynayarak geçirmiş ve günün sonunda gözleri kan çanağına dönmüştü, yanakları kıp kırmızı bir renk almıştı, gözünden de uyku akıyordu. Yatağına uzanmış olan Hikmet bu sefer de cep telefonuyla baş başaydı. İş babaya düşmüştü, babası son bir gayretle Hikmet’in elinden telefonun canını kurtarmış, ama kendi canı bayağı yanmıştı! Bağrış çığrış derken ortalık biraz sakinleşmiş, Hikmet de uykuya dalmıştı. O da ne! Gecenin ilerleyen saatlerinde Hikmet dehşetli bir çığlıkla yataktan fırlamış, oğlunun sesine uyanan baba Muhiddin Bey de hemen oğlunun odasına koşmuştu. Hikmet hızlı hızlı nefes alıyor ve üzerindeki korkuyu daha atamadığı anlaşılıyordu, babası hemen mutfaktan bir bardak su alıp Hikmet’e içmesini söyledi. Hikmet suyu yudumlarken hala ağızından çıkan kelimeler tam anlaşılamıyordu, biraz sakinleştikten sonra babası sordu: Hayırdır evladım ne oldu? Rüya mı gördün? Hikmet evet manasında başını salladı ve güçlükle: “Çok korkunçtu” diyebildi… Baba Muhiddin Bey evladının biraz sakinleştiğini görünce Hikmet’in alnından öperek uyumasını tavsiye etti, kendi de yatağına gitti. Ama Hikmet’in gözünü bir türlü uyku tutmuyordu. Rüyanın o kadar etkisinde kalmıştı ki, uyursa rüya belki kaldığı yerden devam edebilirdi… Sabahı zor etti, gözü hep saatteydi, bu durumu Salih ağabeyine anlatmalıydı. O rüya tabirinden de anlardı hem… Sabah saat 09.00 olunca Hikmet dayanamadı ve can havliyle telefona sarıldı. Salih ağabey sabah erken gelen telefonlara alışık olduğu için çok telaş etmeden telefonu açtı, karşısındaki mahallenin delikanlılarından Hikmet idi. Salih abi gayet mülayim bir ses tonuyla:
-Hayırdır Hikmet! Sabahın bu saatinde niye aradın beni?
-Sorma Salih ağabey korkunç bir rüya gördüm.
Salih ağabey şaşırmış gibi yaparak:
-Yaa! Ne gördün? Anlat bakalım, dedi.
-Kendimi kafes içerisinde bir kuş olarak gördüm, küçücük bir kafesti, içinde yem ve su vardı, bittikçe yerine ekleniyordu. Önceleri bu durumu anlayamamıştım, her halde bir rüya olmalı diye düşünmüştüm, annemi ve babamı görüyordum. “Heyy! Heyy! Bana bakın” diye sesleniyordum ama nafile, onlar benim bağırmamdan hiç bir şey anlamıyorlardı. Tuhaf tuhaf bana bakıyorlardı. Bir ara annem babama, “Bu kuşun bir derdi var ama çözemedim, dediğini duydum. Babam da, “İstersen onu bahçeye çıkaralım, biraz temiz hava alsın belki kendine gelir, dedi. Annem olur manasında başını salladı, beni kafesle birlikte bahçeye çıkardılar, tüm bunlar çok anlamsızdı. Ben onların dediklerini anlıyordum ama onlar benim çığlıklarımı anlamıyorlardı. İyice korkmuştum ve kendimi bahçede buldum. Babam, içinde bulunduğum kafesi bahçedeki masanın üstün bıraktı, kendisi masanın yanındaki sandalyesine oturup kitabını okumaya daldı, ben “baba baba” diyordum fakat babam benim sesimi işitmiyordu. O sırada babamın telefonu çaldı, arayan amcamdı. Babam onunla konuşurken bahçenin öteki ucuna doğru yürümeye başladı ve ben masanın üstünde kafes içinde zavallı bir kuş olarak yapayalnız kaldım, kalbim pıt pıt atıyordu ki bir miyav sesiyle irkildim. Bu ses, komşunun iri kedisi Sarman’ın sesiydi, çevik bir hareketle masanın üstüne atladı. Benim ise heyecandan kalbim yerinden çıkacak hale geldi, kafeste kendimi oradan oraya atıyor “Anneeeee, babaaaaa” diye bağırıyordum ama nafile! Sarman kafesin aralıklarından patisini uzatıyor, beni yakalamaya çalışıyordu. Pençeleriyle tüylerimi yoluyordu. Sanki deliye dönmüştü, bir türlü beni kavrayamıyordu. Bu boğuşma esnasında en korkunç olan şey gerçekleşti; Sarman kafesi yere düşürdü. Kafamı kafese çarptım, sersemledim… Düşmenin tesiriyle kafes demirleri yamuldu ve iki telin arası Sarman’ın beni kolaylıkla avlayacağı şekilde genişledi. İşte tam beni midesine indirecekti ki bağırarak uyanmışım…
Rüyayı dinleyen Salih abi tatlı bir tebessümle, “Peki ne anladın bu rüyadan Hikmet?” dedi. Hikmet, “Salih Abi! Bir şey anlamış olsaydım hiç sabahın bu saatinde seni rahatsız eder miydim?” dedi. Bunun üzerine Salih abi, “Bak Hikmet! Sana rüyanı biraz anlatayım.. Öncelikle içinde bulunduğun kafes, seni esir eden bilgisayar ve telefona çok uygun düşüyor, yani sen o teknolojik aletlerin esiri olmuşsun ve gördüğün kedinin sana saldırması ise artık esiri olduğun o teknolojik aletlerin içeriklerinin senin ruh ve düşünce dünyana verdiği dehşetli zararı temsil ediyor olsa gerek!” diyerek sözünü tamamladı. Hikmet’ten bir şeyler söylemesini bekliyordu, fakat Hikmet’in hiç sesi çıkmıyordu. Rüya yorumu çok isabetliydi, kendisine göre hatasını anlamıştı. Bu korkunç rüyaları, bir daha görmek istemiyordu. Tam bu esnada babasından arada bir işittiği Bediüzzaman Dede’nin şu sözü aklına geldi:
Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.
Artık Hikmet de güzel rüyalar görmek istiyordu. Karar vermişti, artık güzel şeylerle meşgul olacak, iyi bir insan olmak yolunda çaba sarf edecekti…