Clicky

TEŞEKKÜRÜN PROTOKOLÜ

Hazırlayan: M. Kamil Jiliptay

Bu yazı, Risale-i Nur, 29. Söz’den ders yapan Ahmed İhsan Genç’in ders kaydının yazıya dökülmesiyle hazırlanmıştır. İtalik mavi yazılar orjinal metine aittir. Kalanı Ahmed İhsan Genç’in derse ait izah ve şerhleridir.

Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde ispat edildiği gibi, ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedar müştâkının ebediyetini ve bekàsını ister. Hem, kusursuz, ebedî bir kemâl-i san’at, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem, nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tenâumlarını iktizâ eder.

İşte, o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü’l-âbâd yolunda, o cemâl, o kemâl, o rahmete refâkat edecek, bâkî kalacaktır.

Teşekkürün bir protokolü, bir merasimi varsa ki, vardır. Bunu insan ne bilecek ki, zavallı birisi! Zalûm olmaktan başka cehûl sıfatının da sahibi Kur’an ifadesiyle… Cehûl ne bilir nasıl teşekkür edeceğini? O zaman bir nebi,  seçilmiş bir zat onlara gönderilir. O mükelleflere teşekkürün protokolünü, merasimini nasıl icra, ifa edileceğini gösterir. Sadece söyler değil, dikkat edin! Gösterir, öğretir. Yani Resulullah’ın (aleyhisselam) sünnetinin her çeşidi var biliyorsunuz. Kalî, fiilî, hâlî sünneti var. Öyleyse teşekkür onun öğrettiği şekilde yapılır. 

Ben bir dostumu ziyarete gidiyorum, kapısında duruyorum, çağırmış, misafiri olacağım, ama içeriye yanlış bir şekilde girmeyeyim diye kapıda bekliyorum. O da diyor ki, “Ayakkabınızı çıkartabilirsiniz yahut çıkarın da girin veya öyle girebilirsiniz.” Bunun da merasimi var yahu… Öyleyse Kâinat Sultanı’na teşekkürün kitabî bir merasimi vardır. İşte onu yapana teşekkür denir.  

Demek ki muhtaç müteşekkirlerine devamlı in’am edeceği için (Ahmed İhsan kardeşiniz size vaktiyle söylemiş) bizim anlayışımıza uygun düşecek ifadeyle söyleyeyim: Cenâb-ı Hakk’ın esmasının faaliyetinde fasıla yoktur, ara verme yoktur. Esma-i İlahiyeden hiç birisi ara verici değildir, dinlenici değildir. Bunu kafanızın bir yerine yazın.

Demek ki muhtaç müteşekkirlerine devamlı in’am edeceği için (Ahmed İhsan kardeşiniz size vaktiyle söylemiş) bizim anlayışımıza uygun düşecek ifadeyle söyleyeyim: Cenâb-ı Hakk’ın esmasının faaliyetinde fasıla yoktur, ara verme yoktur. Esma-i İlahiyeden hiç birisi ara verici değildir, dinlenici değildir. Bunu kafanızın bir yerine yazın.

Demek ki o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir en başta insan ruhudur. Teşekkürünü ilan edecek, izhar edecek. Peki, istinsah caiz mi?.. Yani ne demek?.. Çoğaltabilir mi?.. Elbette… Ne kadar çok nüsha teşekkür ederse o kadar kıymetli bir makama yükselir. Yani bir kardeş şimdiden düşünerek bütün hava unsurlarının sayfalarını inşallah Allah lütfeder, nasip eder; şükürleriyle dolduracak. Nereden nereye kadar?.. Serâdan Süreyyaya kadar, zerrelerden Arş-ı a’zama  kadar, nerelerde bu sayfalar mevcutsa hepsine baskı yapacak, orjinal… 

Yani insan ebed âleminde bir itirazı olursa maalesef nüshalanma sadece müsbette olmuyor. Menfide de olduğu için Cenâb-ı Hakk bütün hava unsurlarını Ahmed İhsan etrafında toplar. Senin konuşmaya yüreğinde cesaret kalmamış, dizinin bağı çözülmüş, yıkılıp gidiyorsun ama, “Ben sana yaptıklarını dinletirim, hava unsurları senin ef’alinin fotoğrafını almış, seslerinin de fotoğrafını almış, şimdi onları hem dinle hem gör! ” diyecek. Aman Yarabbi! Yüzlerce, yüzbinlerce nüshalarda benim ef’alim, a’malim, sözlerim duyulup görülmeye başlayacak. Ben nereye kaçacağım ki! Onun için en iyi kaçacak yer neresi? Fefirru ilallah… Bütün akıl sahiplerinin, iman ve şuur sahiplerinin kaçacağı birisi varsa Allah’a kaçmak işte bu, yoksa bana kimse yardım edemez. 

Demek ki, ebedül âbad yolunda o Cemal ve o Kemal ve o Rahmete refakat edecek, baki kalacaktır. Niye insan refakat etti?.. Allah’a ortak olmadı, şerik olmadı, hissedar olmadı, ulûhiyetten sehim istemedi… Amma onun ebedi olan cemaline ve kemaline ve rahmetine dâhil oldu. Buradaki refakat odur… Rahmetiyle beraber oldu, cemaliyle beraber oldu, kemaliyle beraber oldu… Öyleyse fani bir mahlûk iken bakileşti. Böylece baki kalacak…

10.sözün 6.hakikatında isbat edildiği gibi, değil yalnız beşer ruhu hatta en basit tabakat-ı mevcudat bile fena için, yokluk için yaratılmamışlardır.  Öyleyse her şey bir nev’i bekaya mazhardır. Hatta ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek bile zahiri vücuddan gitse bin cihetle bir nevi bekaya mazhar olur. Çünkü sûreti hadsiz hafızalarda kayd olur, baki kalır…

Diyelim ki birisi der ki,  “Ben bir bahçeye girdim, orada bir çiçek gördüm, hiç unutamıyorum, a şimdi sanki gözümün önünde.” Doğru mu?.. Evet, doğru… Demek ki hafızasında onun resmi var. Mevcuda hafıza dediğimiz hardale tohumu gibidir. Ondan da küçük bir şey… Aman Yarabbi! Onun içine o kadar resimler, sûretler, sözler nasıl giriyor. Sen girdirene bak.

Çünkü sûreti hadsiz hafızalarda kalır. Kanun-u teşekkülü yüzer tohumcuklarda beka bulur ve devam eder. Madem bir parçacık ruha benzeyen böyle bir çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sûreti bir Hafîz-ı Hakîm tarafından devam ettiriliyor. Dağdağalı inkılaplar içinde kemal-i intizam ile zerrecikler hatta zerrecikler gibi tohumlarda muhafaza edilip korunuyor. 

     Dehşetli bir 99 depremi oluyor, bakıyorsun ki tohumlara bir şey olmamış. Yahu ne kadar küçük şeyler, nasıl korudular kendilerini? Bir şey söyleyeyim mi gevezelik gibi? Mahviyet ve tevazu ile korundular. Çünkü toprağın altına girmeye razıydı o. Bir rüzgârla bir yerden bir yere savrulmaya razıydı, hiç isyan etmiyordu. Onun için Cenâb-ı Hakk,  hafîziyetiyle onu hıfzetti.

Demek ki dağdağalı inkılaplar içinde intizamlı bir şekilde, tam da bir intizamlı şekilde zerrecikler gibi tohumlar muhafaza ediliyor ve öylece baki kalıyorlar. Elbette gayet cemiyetli gayet yüksek bir mahiyete malik ve haricen vücud giydirilmiş zîşuur ve zîhayat nuranî kanun-u emri olan ruh-u beşer…

Böyle bir tarif var mı başka kitaplarda, gördünüz mü? Elbette gayet cemiyetli; ne demek cemiyetli? Her şeyi topluyor yani. Bütün meleklerin sıfatları onda mündemiç, cinlerin sıfatları onda mündemiç, hayvanların sıfatları onda mündemiç, dolayısıyla cami bir varlık ve yüzden ziyade Risale-i Nur’un keşfine göre letaifi var. Her bir latife-i insaniye beşerin binlerce yıllık telahukuyla ortaya çıkardıkları en modern cihazlardan daha güçlüİnsandaki radyo katiyen sollanamamıştır. Onun fevkinde bir radyo yapılmamıştır. İnsandaki televizyon da öyle… Ayrıca ben hep söylüyorum, insanın telefon cihazı beşerin bin yıllarla ortaya çıkarabildiği bir cep telefonundan çok daha üstün bir iş görüyor ama lakayt kalınıyor. Herkese söylüyorum; diyorum ki kalp hiç boş durmaz, bilhassa insanın manevi kalbi. Onun ekranı devamlı açıktır. O ekrandan devamlı görüntüler gelir geçer. Elbette onun içinde seninle ilgili ahbap, dost, yârandan görünenler olacak. Sen resim dondurma gibi (elinde kumanda varmış gibi) bir müddet birisini tutarsan, yakaladın arkadaş. Onda bir kardeşini gördüyse Ahmed İhsan, onu biraz tutarsa kalp ekranında o an ona akseder. O da hatırlar. Ama o da benim işim var, şimdi onunla mı uğraşacağım derse o başka! Eğer ilgilenirse, kısa bir tevakkuf deriz ona, hutura emniyet verip bir parmak da o basarsa ikisi arasında gayet güzel kalbî bir muhabere yapılır, duyuyor musunuz? Bunun için illa da kümmelînden olmak gerekmez… Eski zaman evliyası olmak da gerekmez. Risale-i Nur hakikatleri, Allah’ın izniyle bu asrın çocuğuna, şübbân-ı vatana bu cihazların dersini veriyor, öğrenin diyor. Avanaklar! Avanaklıktan kurtulun diyor… Niye her gün bunları okuyoruz? İşletmek hususunda bir gayretimiz var mı? Yok değil mi? Bir gayret göstermiyoruz! Ekser gayret göstermiyoruz. Yani deneme mahiyetinde bir kişi yaptığını söylese, bana zor gelmez, şimdi bu lafları söylemezdim. Duydunuz mu?  Peki, bir tane mi öyle insanın cihazı? Asla ve kat’a, katıbeten! Peki, ne kadar? Üstadın keşfine göre yüzden ziyade o çapta cihazı var. Yüzden fazla yani, yüz değil. E peki, her birinin işletmeye açılması aynı santral merkezleri gibi, telgraf telefon merkezleri gibi, radyo merkezleri gibi, TV istasyonları gibi çalıştırılması gerekirken, “Ya iyi bir şey söylüyorsun ama sen çok iptidai adamsın, bizim neslimize göre çok ileri bir zamanın adamısın. Onlardan bir tanesini aktif hale getirmedik, çalışmadık ki, ya sen neden bahsediyorsun?” derseniz;  “Evet, ben isteyerek, severek bahsediyorum. Bir de aranızdaki kardeşlerimi gelecek nesil itibariyle çok ehemmiyetli insanlar olarak görüyorum Allah’ın izniyle… Çok mühim…

Her bir latife-i insaniye beşerin binlerce yıllık telahukuyla ortaya çıkardıkları en modern cihazlardan daha güçlüİnsandaki radyo katiyen sollanamamıştır. Onun fevkinde bir radyo yapılmamıştır. İnsandaki televizyon da öyle… Ayrıca ben hep söylüyorum, insanın telefon cihazı beşerin bin yıllarla ortaya çıkarabildiği bir cep telefonundan çok daha üstün bir iş görüyor ama lakayt kalınıyor. Herkese söylüyorum; diyorum ki kalp hiç boş durmaz, bilhassa insanın manevi kalbi. Onun ekranı devamlı açıktır.

Geçen anlatmıştım; şimdi istesek de istemesek de Rabbimiz Anadolu kıtasını asri fütühatların, neşv ü nemanın, büyük hareketliliğin, manevi fetihlerin, şuurlanışın, başka bir ifadeyle, bir merkezi haline getirdi. Bizim irademizle, iktidarımızla, ihtiyarımızla olmadı. Bir Molla Said’i bu vatanda büyüttü, bu vatan insanlarıyla beraber yaşattı,  Risale-i Nur isminde Kur’an-ı Azîm’in mucize-i maneviyesi olan bir tefsire mazhar etti biiznillah. Sen ona sünuhat de, fütuhat de, tüluat de, ilhamat de, ne dersen de. Bir isim vermek mecburi değil ama vakıa, ortada bir hakikat var.

Derken o zaman başlamış, belki bundan birkaç sene evvel başlamış fitne-i ahir zaman devri. O bir devirdir, 5-10 günlük bir hadise değil. Fitne-i ahir zaman belki bir asrı, iki asrı, üç asrı içine alan bir zaman dilimi. Fitne-i ahir zamanın hadiseleri başladığı zamanda Risale-i Nur da zuhura geldi, neşredildi. Ama o mazhariyetin sahibi olan zat, kesret-i etbaa’ya müşteri değil. Bana birkaç adam olsa yeter. Aman Yarabbi! Yahu sen her birinin eline atom bombası mı veriyorsun? Hidrojen bombası mı veriyorsun? Birkaç kişi o kadar çok işe yarayacak mı? Bir taraftan diyorsun bütün dünya buna muhtaç. Doğru, ben de o kanaatteyim. Peki, birkaç kişi bu işi nasıl görür? Derken atom üreten bir atom merkezi gibi oldu Barla, değil mi? Ve Isparta, aman Yarabbi köylü, postallı – çarıklı, abalı-poşili insanlardan şimdi büyük bir kafile ebediyete göçtüler, bizim büyük ağabeylerimiz oldular, inşallah gidip göreceğiz onları. Yahu genç Saidler oldular yahu. Bir Said’den dehşetli korkuyorken zamanın deccalleri, İslam ve iman ve Kur’an düşmanları, “Aman, bu ne kadar Said!’’ diye şaşkına döndüler. İster istemez bu Anadolu kıtası bu büyük hadisenin doğum yeri oldu. Bakın bu merkezde neler cereyan ediyor, şirzimeler meydana geliyor, avuç avuç şuurlu topluluklar, cemaatler, insanlar, halkalar… Bunlardan Cenâb-ı Hakk’ın izniyle öyle bir aşı yapılıyor ki…

Sözlük

Kesret-i etbaa: Tâbi olanların çokluğu. Taraftarların sayıca çok oluşu.

Serâdan Süreyyaya kadar: Yerden, Ülker yıldızına kadar.

Sehim: Hisse sâhibi. Hissedar.

Şübban: Gençler, delikanlılar.

Ebed-ül âbâd: Tükenmez, ebedî hayat.  Sonsuzluk.  Cennet.

Telahuk: Tüm insanlığın bilgi birikiminin tümü

Katibeten:Hiçbir zaman, asla, kat’iyen.

Şirzime: Sayıca küçük cemaat. Bir miktar insan grubu.

Kümmelîn: İnsanların en kâmilleri (Abdukadir Geylani, Mevlana, İmam-ı Rabbani Hz. gibi zatlar)

2 thoughts on “TEŞEKKÜRÜN PROTOKOLÜ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir