Clicky

Depremin Düşündürdükleri

6 Şubat sabahı, tarihte emsaline az rastlanır, Maraş merkezli depremlerle uyandık. Büyüklükleri 7.8, 7.5 ve 6.7 olan depremler olağanüstü bir şekilde peş peşe meydana geldi. Bu depremler, Türkiye nüfusunun %16’sını oluşturan 11 ilde 15 milyona yakın kişiyi etkiledi, tüm yurtta tarifi güç yıkım ve üzüntü meydana getirdi. Aynı deprem komşu pek çok ülkede hissedildi, buralarda da kısmî yıkımlara ve korkuya yol açtı.

Bilim adamları, uzmanlar ve tarihçiler bu peş peşe gelen ve fevkalade yıkım gücüne sahip depremleri yüzyılın felaketi olarak adlandırdılar. Kimileri ise bunu her 500 yılda ya da 1000 yılda gerçekleşen en büyük felaketler arasında saydı.

Şüphesiz, her meslek erbabı, bu depremleri kendi uzmanlık alanı açısından değerlendirecek, depremin maddi-zahiri-bilimsel sebep ve sonuçlarını irdeleyerek, imkânların el verdiği ölçüde tedbirler alarak gelecekte bu tip elim olaylardan en az etkilenmenin formüllerini araştıracaklardır.

Biz ise bu yazıda depremin manevî sebepleri üzerinde duracağız. Bu dehşetli hadisede vefat edenlere rahmet, geride kalanlara sabr-ı cemîl niyaz ederek başlayalım.

Biz, mü’minler, Allah’ın varlık ve birliğine inanan kimseler, kuvvetle iman ediyoruz ki evrende hiçbir zerre; isterse atom, ister atom altı, ister kozmik seviyede olsun Cenab-ı Hakk’ın tedbir ve tasarrufu haricinde değildir ve emir tahtında hareket etmektedir. Tevhid inancı bunu gerektirmektedir.

Bizler aynı zamanda, her zerreyi, tasarrufu altında tutan Allah (c.c.)’nün sonsuz adaletine, rahmetine ve hikmetine de iman ediyoruz. O halde her tasarruf gibi depremler de ancak Allah’ın izin ve iradesiyle ve dahi O’nun bizzat emir ve icadıyla zuhura gelmektedir. O halde, mutlak adalet, rahmet ve hikmet sahibi olan Allah (c.c.) nasıl oluyor da bu son derece elim hadisenin meydana gelmesine izin vermiştir?

Bu halledilmesi pek müşkül gibi gözüken soruyu, asrımızın mühim mütefekkiri ve âlimi olan Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur eserine müracaat ederek cevaplandırmaya çalışacağız. Çünkü bu eser bizlere tüm olaylara, hadiselere ve eşyaya kendileri namına değil, fakat onları yaratan mutlak Yaratıcıyı ifade eden ve anlatan manalar olarak bakmamızı öğretmektedir. Yani, her bir eşya ve hadise aslında bir mektup veya bütün bir cümleyi ifade eden kelimeler içerisinde bir harftir. Harflerin, kendi başlarına manaları yoktur. Ancak onlar, bütünlük oluşturduğu diğer harfler ve kelimeler ile beraber okunurlarsa bir anlam kazanırlar.

Depremlere de bu vecihten bakabiliriz. Öncelikle şunu hepimiz kendimize itiraf edelim: Sonsuz uzayda, saatte 107.000 km hızla,  koca kütlesiyle iki farklı hareketle dönen dünyamız, milyon yıllardır başka hiçbir kütleyle çarpışmadan, yörüngesinden hiç sapmadan emniyet içinde yol almaktadır. Bizler ise bu devasa kütle ve hızla hiçbir yere çarpmadan, savrulmadan, uçmadan mucizevi bir şekilde her gün günlük hayatımıza tam bir emniyet içinde üstelik hiçbir endişe hissetmeden devam ediyoruz.

Şu halde yer küremizin, böyle bir ortamda hareket etmesine ve sallanmasına hayret etmek yerine, asıl her şeyin hercümerç olmamasına şaşmak lazım değil midir? Ve öyle olmuyorsa, her şey mükemmel bir intizam ve düzen içinde akıp gidiyorsa, bu düzenin kurucusunu mükemmel bir şefkat, adalet, hikmet, kudret ve nizam sahibi olarak tanımak lazım değil midir? Bakın, harflerden kelimelere, kelimelerden cümlelere ve cümlelerden o cümleleri ifade ettiği manalara intikal etmeye başladık bile…

Evet, böyle bir şefkat, rahmet, adalet, kudret, hikmet sahibi bir Sultanımız var… O azamet ve kudretiyle bir sapan taşı gibi dünyamızı güneş etrafında, güneşi samanyolu galaksisinde, samanyolu galaksisini ise sonsuz galaksiler içerisinde döndürmekte… ve biz bu sonsuz kudret ve nizama karşı maalesef genel olarak gaflet içindeyiz. Başımız kaldırıp bir türlü bu eksiksiz ve kusursuz düzenin kurucusunu tanımıyor, görmezden geliyor, hatta kimi zaman inkâr bile ediyoruz.  Az da olsa tanıyanlarımız da O’nu, daha iyi tanımak için gayret göstermiyor.

Dahası, O’nun indirdiği peygamberleri tanımıyor, kitaplarını okumuyor ve tam manasıyla iman etmiyoruz.

İçinde bulunduğumuz âlem ise, nisbilikler âlemi… Yani bizim zihnimiz eşyayı ancak zıttıyla kavrayabiliyor. Ya da ölçmek için bir referans noktası belirlemesi lazım. Örneğin, dünyanın her zaman günlük-güneşlik olduğunu varsayalım. Hava sıcaklığı da her zaman 25 derece olsun. Böyle bir dünyada havanın güzel olduğunu anlamamız ancak ya gelecekte ya da geçmişte her hangi bir gün 24 derece bir sıcaklığı yaşamamızla mümkün olacaktır. Böylece biz içinde yaşadığımız günün bir önceki güne daha sıcak ya da daha soğuk, havanın da daha güzel ya da çirkin olabildiğini söyleyebileceğiz.

İşte, mükemmel düzen içinde de biz o düzenin mükemmelliğini kavrayamıyoruz. Ancak o mükemmelliği anlamamızı, idrak etmemizi sağlayacak kısa da olsa bir düzensizlik, korku ve endişe hali, aslında ne kadar mükemmel bir düzende şefkat ve rahmetle idare edildiğimizi bize fark ettiriyor. Öyle bir an geliyor ki her an ulaşabildiğimiz ama şükründen aciz olduğumuz bir damla su, bir sıcak çorba ve bir yuvanın aslında dünyanın en büyük nimetleri olduğunu anlayabiliyoruz.

Böyle bir hal, yüzyılda bir, bazen beş yüz-bin yılda bir gerçekleşiyor. Kâinatın, eşsiz ve mükemmel nizamını kuran Yaratıcı, aslında ne kadar kusursuz ve mükemmel bir dünyada yaşatıldığımızın haberini işte böyle dehşetli hadiselerle bizlere fark ettiriyor.

Yıkımlarda vefat edenlerin, malını, ailesini kaybeden kimselerin başına gelen bu elim olaylar da Allah tarafından gelen kesinlikle bir zulüm ve haksızlık değildir. Depremde en çok dikkat çeken şeylerden birisi aynı mahallede çöken pek çok yapı olmasına rağmen sağlam ve ehil-uzman kişiler tarafından yapılan binalara hiçbir şey olmamasıydı. Demek ki yıkımlar aslında çoğunlukla insanların su-i istimallerinden meydana gelmişti.

Böyle olmasa bile, o zarara giren kimselerin ücretini ya da tazminatını, şefkatli Sultanları fazlasıyla iade edecek. O kimseler, eğer iman sahipleriyse, yaşadıkları bu elim felaket dolayısıyla, Allah tarafından şehitlik sevabı kazanıyorlar. Telef olan malları sadaka hükmüne geçiyor. Geçmiş günahlarına kefaret oluyor. Belki dünya hayatında maruz kaldıkları bu geçici sıkıntılar karşılığında Allah (c.c.) onlara ebedi bir saadet kazandırıyor. Dünyaya gelişimizin de gayesi zaten ebedi ve sonsuz hayatımızı kazanmak değil mi?

İman sahipleri olmayanlara da elbette, O sonsuz Rahmet ve Şefkat sahibi Sultan zulmetmeyecek.. belki onların bu sıkıntılara maruz kalmaları karşılığında, ahiret hayatlarında karşılaşacakları azap ve sıkıntıları azalacak. Diğer bir deyişle, şöyle izah edelim: Eğer bu felaketlere maruz kalacaklara eğer baştan alacakları ücret bildirilseydi belki onlar seve seve bu musibete sabır göstermeyi kabul edeceklerdi.

Evet, depremlerin, musibetlerin, felaketlerin zahirinde gözüken çirkinliklerin perde arkasında aslında nice hikmetler, güzellikler saklı. Bunların bize kul olduğumuzu, aciz olduğumuzu hatırlatma görevi olduğu gibi, beşerin biriken günahlarından ötürü ikaz vazifeleri de var..

“Beşer zulmeder, kader adalet eder” fehvasınca kaderin böyle elim musibetlere fetva verdiğini de nazara almak, suçu kimseye atmadan önce her birerimiz, kendi günah ve ihmallerimizin de bu musibetlerde payımız olabileceğini de mutlaka nazara almamız ve ders çıkarmamız lazım.

Mesela, bizler, toplum olarak gerçekten dinimizin emrettiği ölçüde samimi ve dürüst insanlar olabilseydik, rüşvete, ranta, aldatmaya, çıkar sağlamaya karşı tepkilerimizi yerinde ve zamanında ortaya koyabilseydik, bu kadar ihmallerden ve liyakatsiz insanların yapmış olduğu yapılardan kaynaklı bir yıkımla karşı karşıya kalır mıydık? Belki, böylesine büyük bir musibeti dahi çok küçük hasarlarla da atlatabilmek mümkün olacaktı. Şu halde bize zarar veren, bizden, kendi nefsimizden başkası mı?

Hâlbuki biraz Kur’an’a ve peygamberimize kulak verseydik, dinimizi bir ideoloji olarak düşünmek yerine onuna aslında bizden tam olarak ne istediğini anlamaya çalışsaydık ve dinimizi gerçek bir Müslüman gibi yaşasaydık kesinlikle bu tabloyu en azından bu kadar acı surette yaşamayacaktık. İşte bazı ayet ve hadisler:

  • “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud Suresi, 112. Ayet)
  • “Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Nisa Suresi, 58. Ayet)
  • Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara Suresi, 188. Ayet)
  • “Şüphesiz ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ancak insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.” (Yunus Suresi, 44. Ayet)
  • “Yüce Allah, yaptığınız işi sağlam ve iyi yapmanızdan hoşnut olur. (Hadis-i Şerif)
  • İşler, ehil olmayanlara verildiğinde kıyameti bekleyin. (Hadis-i Şerif)

Ezcümle, kâinatta meydana gelen her bir fiil, bir Rahim-i Zülcemalin ve Hakîm-i Zülcelalin kasıt ve iradesiyle, pek çok hikmet ve güzellikle vücuda geliyor. Bize düşen, bu hadiselerin arkasındaki manaları okumak ve üzerimize düşen vazifelerin farkında olarak bu mükemmel düzeni hata ve kusurlarımızla bozmamaya çalışmaktır.

Tabii ki, depremlerin ve her çeşit musibetlerin ekleyebileceğimiz daha pek çok hikmetleri ve rahmetli yönleri vardır. Biz burada sadece bir kaçına değinebildik. Örneğin, yağmurların ve sert geçen kışın toprağı hareket ettirerek peşinden gelecek bahara ve nice güzel günlere zemin hazırlaması gibi bir gerçek de bunlardan biridir…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir