İnsanın en önemli meselesinin kendisini tanımaya çalışması ve bu yolda bir ömür geçirmesi diye düşünüyorum, bu konu üzerine dünyada belki milyonlarca kitaplar yazılmış olabileceğini de tahmin ediyorum. Ben ise bu tarz kitaplara itibar etmedim ve okumadım. Bu konu ile ilgili hocam Ahmed İhsan Genç’ten öyle şeyler duydum ve öğrendim ki bahse konu kitaplara ilgisiz kalmanın eksikliğini hiç hissetmedim.
Öncelikle şunu itiraf edeyim ki, yıllarca kendimi (maalesef) tanıma ihtiyacı hissetmedim, belki gençlik zamanlarının verdiği gaflet beynimi uyuşturmuştu. Böyle şeyleri düşünmek bana lüzumsuz geliyordu veya düşünemiyordum. Bütün enerjimi ve vaktimi dünya yutuyordu. Kâinatta bir toz zerresi kadar bile yer kaplamayan bu dünya içerisinde ben kayıp bir insandım, hiçbir yer tutmuyordum ama kendimi dünya için paralıyordum… Fena fil dünya olmuştum ama farkında değildim.. Dini vecibelerimi yerine getiriyor olsam da Allah affetsin belki o vecibeler ibadetten ziyade adet olmuştu.. Dünyanın cezbesine kapılmış bir meczup gibi avare bir şekilde dünya için çırpınıyordum. Ama nafile… Dünya durmayıp gidiyor ve ben de yaşlanıyordum. İşte belki de meselenin püf noktası da bu olmalı.. Evet, yaşlanıyordum ve sorgulamaya başladım, ben nasıl bir insanım, halim ne olacak?.. Rabb’im benden hoşnut mu, razı olacak mı?.. Bu sorular o kadar çok kafamı kurcalamaya başladı ki, dünyanın kesafetli işleri bile bu soruları zihnimden kopartıp atamıyordu.. Evet, ben nasıl biriydim, kendimi nasıl tanıyabilirim?..
İz sürmeye başladım, beni kendime en iyi tanıttıracak birileri olmalıydı, gidip onlara sormalıydım ben nasıl bir insanım diye?.. Fakat bu boş bir talepti.. Hiç kimse beni benim kendimi tanıyabileceğimden daha iyi tanıyamazdı, işte bu noktada yine de bir yardıma ihtiyaç vardı.. Ve bir yardım eli gerekiyordu ki kendimi nasıl tanıyabileceğim hususunda bana bir yol gösterilsin.
Olgunluk yaşlarına ulaştığım günlerde yıllarca derslerine diz çöktüğüm hocamdan öğrendiklerim artık bir seviye bulmuş olmalıydı ki birden zihnimde bir ışık yanmıştı, bir şeylerin ucu elime geçmeye başlamıştı.. Artık kendimi görebileceğim ve tanıyabileceğim aynalar olduğunu fark ettim. Meğerki hayatımda o aynaların en berrağı hocamın ta kendisiymiş. Ancak ben bunu fark ettiğimde hocam, -siz sağolun- dünyasını terk etmişti. Ona gidip itiraf edecektim, “Sizin berrak saf aynanızda kendimi çok çirkin buluyorum” demeyi ne kadar çok isterdim. “Kendimi tanımada uzun yıllar bana ayna olduğunuz halde kendimdeki çirkinlikleri hiç fark etmemişim” demeyi.. Böylece ilk fark ettiğim ama fark eder-etmez kaybettiğim bu mücella aynanın yerine neler doldurabilir diye düşünmeye, konuların, olayların izini sürmeye ve aynalar karşısındaki görüntüme bakarak kendimi tanımaya başladım. Fark ettim ki, diğer aynalar da bana aynı görüntüyü vermeye başladı. Aman Allah’ım bu kadar açık mı gösterir aynalar bana beni… Artık kendime çeki düzen verebilirdim. Çünkü o aynalar karşısında kendimi hesaba çekebiliyor ve tartabiliyordum. Peki neydi kendimi anlamaya çalıştığım, daha doğrusu kendimi gördüğüm diğer aynalar?.. Ayna deyince aklınıza hemen cam aynalar gelmesin, gerçi o maddi cam aynalar bile size sizi gösterebilir. Orada da kendinizi görebilirsiniz, çünkü küp içindekini sızdırır ve kalpten yüze akseden görüntüler o aynalara düşer ve kişi az dikkatle bunu fark eder… Fakat benim bahsedeceğim aynalar başka…
Evet, kendimi görebildiğim en güzel aynaların başında sıra takip etmeksizin birkaç tanesini paylaşmak istiyorum; ilki rüya aynası.. Her gece o aynanın karşısına Allah’ın büyük bir lütfu ile geçiyorum. Maalesef, rüyalar çok karmaşık, anlamsız ve manasız, fulü, görüntüler seçilemiyor, bütün bir gece böyle geçiyor. Aynı gündüzde geçen günüm gibi, gündüz ne ile meşgul olmuşsam kalbim ve gönlüm ne ile dolmuşsa gecesinde de gündüzün iz düşümünü görüyordum.
Gelelim ibadetlerimize… Başta namaz olan bu ibadetimiz bizi bize en güzel gösteren berrak bir aynadır, hiç yanlış göstermez. Sanki arkamızdan düşman kovalarcasına kılınan namaz ve arkasından sanki hiç ihtiyacımız olmazmış gibi terkedilen tesbihat ve dua, sonra huzura arz edilen kırık dökük bir namaz… Aslında kişi çok sevdiğine bir hediye vereceği zaman o hediyeyi en güzel bir paketle, en güzel kurdelelere sararak sevdiğine ulaştırır. Bizim namazımın gerçekten Güzeller Güzeline arz edilebilecek kadar mükemmel mi?.. İşte namaz aynasında bunu fark edebilir insan..
Aynalardan bir başkası ise kazancımızın sarf yeridir. Bu kazanç nereye gidiyor, fuzuli, israfa medar olabilecek işlere mi?.. Nereye gidiyor bütün günümüzü ve ömrümüzü tüketme karşılığında elde ettiğimiz paralar.. Hayır için mi yoksa nefsin gereksiz arzuları için mi sarf ediliyor? Bunu da insan çok net olarak fark edebilir.
Aynaların en yakınımızda bulunanı eşimiz ve çocuklarımız; bunlar bizi uzak diyarları gösteren teleskoplardan daha iyi gösterir, ama bu konuda sadece şu örneği vermekle yetineceğim.. Bir zaman muhterem bir hoca efendi yanındaki müridanına, “Evlatlarınızın gözlerinden bana olan muhabbetinizi anlayabiliyorum” demiş. Evet evlatlarımızın gözlerinde biz kendimizi görebiliriz.. Bunu biraz daha açmak istersek, günün yorgunluğu ve stresiyle evine adım atmış bir babayı korku dolu gözlerle karşılayan eş ve çocuklar babanın ne kadar şefkat yoksunu olduğunu sezebilirler..
Sonuç olarak; bu aynalar o kadar çok çoğaltabilir ki ben sadece denizden bir katre olsun diye bazılarını saydım. Sizler bu aynalara Kur’an aynasını, düşünce aynasını, ruhunuzun aynasını, kader aynasını arkadaş aynasını, anne-baba aynasını, okuduğunuz kitap aynasını ve işinizin aynasını vs. ekleyebilirsiniz. İnsan sabah evden çıkarken nasıl aynanın karşısına geçer, kendini en ince ayrıntısına kadar gözden geçirir, bir falsosu olmasın başkalarına karşı komik durumlara düşmesin. İşte bu aynalar bu vazifeyi en mükemmel manada ifa ediyor diye düşünüyorum.
Yazımı muhterem hocam Ahmed İhsan Genç’in benim uzun uzun anlatmaya çalıştığım belki de haddimi aştığım bu konuyu mükemmel bir şekilde özetlediği “Kuş Sütü”yle noktalıyorum:
“Gerçekten mühim sıkıntıları olan bir yakınım vardı.. Mimiklerinde, davranışlarında, sözlerinde, bütün hallerinde üzüntüleri, hayata küskünlüğü, memnuniyetsizliği, şikayetleri anlaşılır, yüzü hiç gülmezdi.. Bu durumuyla kaderle hep kavgalı oluyor, ne olursa olsun söylenenleri duymazdan geliyor, kendi kendisiyle de barışamıyordu. Ona yine de nasihatler etmeye çalıştım.. “Sen kaderi bir ayna gibi düşün, onun karşısında kaşlarını çatıyorsun.. Sana akseden görüntüden daha çok rahatsız oluyorsun.. Belki öfke ile yumruklar sallıyorsun.. Sen ona güleceksin ki o da sana gülsün” demiştim…”
maşallah çok istifadeli bir yazı olmuş