Risale-i Nur Şerhi

Velayet (Velilik) Nedir?

Paylaş:

Bu ders, 1 Şubat 2011’de Erenköy’de kayıt altına alınmıştır. 

Şimdi velayet ile ilgili bir bahis okuyacağız. Fakat burada maşallah orta yaşlılar neredeyse çoğunlukta ve kıdemli gençler de az da olsa bayağı var. Onun için ben pratik bir suali sizden rica edeceğim. Ümmet-i Muhammed aleyhissalatu vesselam içinde ve ananesinde, evliyalık, velayet diye bir mesele var. Fakat “Evliya ne demektir? Velayet ne demektir?” meselesinden insanın bir bilgi sahibi olması lazım gelir. Onun için “Veli kimdir?” diye olan gayet muhtasar, kolay ve basit bir suali soruyorum. Gönüllü olarak birisi cevap verirse memnun olurum. Yoksa filan senden rica edeceğim diyeceğim yani. Evet, herkes duydu mu konuşmamı? Evet buyurun. Var mı öyle müşteri? Müşteri. Gönüllü müşteri. Mesela Murat Hiç durmaz böyle şeylerde…

Gayet muhtasar bir şey. Çok da kolay bir şey. Veli, Allah’ın dostudur. Yani aslı nedir? Dostluk ne demek? Aslında Risale i Nur’un dersine göre intisap imandır. İman tarif edilirken Risale-i Nur’da, “iman bir intisaptır” deniyor. Yani bağlanmaktır. O zaman imanın erkânı ve Şurûtu’s-Salât ile insan her şeyden önce Rabb’isine bağlanır, yani intisap eder. Rahmetli Tuna Gür Hoca, çok ilim sahibiydi. Kuran-ı Azîmüşşan’dan teslimiyet ayeti üzerinde çok dururdu. Teslimiyet de elbette intisaptır. İntisap eden zat, intisap ettiği kimsenin emir ve kumandası altındadır. 

Öncelikli olan nedir o zaman? Allah’a kulluğunu idrak etmiş bir kimse kesinlikle nehy-i ilahiye (Allah’ın yasakladığı işlere) yaklaşamaz. Elbette bu sakınma, emr-i ilahiye ittibadan önce gelir. Dinin mübelliği (Peygamberimiz) aleyhisselam ile tebliğinden sonra ümmetin ananesi de böyle teşekkül eder. Yani birisi ihtida etmek isterse şahadetten hemen sonra ona yasaklandığı konular öğretilir. Daha sonra emredilenler öğretilir. Yani yapılması gerekenlerden önce sakınılması gerekenleri öğrenmek önce gelir. 

 Dolayısıyla İslam’da da o teslimiyet manası var. Hakikaten yüz değişik görüş ve anlayıştan hareket ederek iman noktasına kadar gelen bir insan elbette imanın bir intisap olduğu hakikatinden başka bir şeyle karşılaşmaz. Risale-i Nur’da da dediği gibi o intisap sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın evamir ve nevahisine (emir ve yasaklarınıa) uyar. Yani bağlılığı var, öyle ise, bağlılığı var ise dairenin dışına çıkamaz. 

Veli, o zaman intisabı kavi olandır. Çünkü o, bağlılığını dostluk derecesine kadar yükseltmiş. Velayetin-veliliğin, müktesep (çalışılarak kazanılmış) olanı var ama bir de mevhibe (Allah vergisi) olan kısmı vardır. O nasıl olur? Yani mevhibe şeklinde olan velilik nasıl olur? Merak edin bence, sorun. Mevhibe olan veliliğin yine alt tabakasında, temellerinde bir nevi kesb (çalışma, gayret) var, mukteseb var. Kesb nedir? Bir şeyleri çalışarak elde etmektir. Peki, o nasıl oluyor yahu? Öyle bir aile düşünün ki, Efendimiz aleyhissalatu vesselamın mübarek neslinden gelenler gibi. Acayip bir altyapısı var. Duyuyor musunuz? Cenab-ı Hak da Kuran’da o mübarek neslin hem helal hem tayyib olanlarla yetiştiğini, büyüdüğünü, beslendiğini işaret buyuruyor. Öyleyse velayetlerini vehbî olarak gördüğümüz mübarek insanların da alt yapısında böyle belli bir nispette kesbleri olabilir. O kesb de nedir? Mesela, Hacı Mehmet Anıl’ın, dedesi, dedesinin babası gayet Salih insanlar idiler. Helal kazanca çok önem veriyorlardı. O temiz sülb, onun dedesinin babasından dedesine geçti. Sonra ondan biiznillah babasına geçti. Ondan sonra ta dördüncü nesil olan o masum yavru Hacı Mehmet Anıl’a kadar, o temiz sülb geldi. Öyleyse o daha masumiyet ve tufuliyet çağlarına çıkarken bile acayip bir kısım velilik alametleri gösterebilir. Mesela diğer arkadaşlarından daha çok ibadetine dikkatlidir, başkalarından daha çok Kur’an önünde diz çöker. Babasına, anasına der ki Kuran’ı daha güzel okumak istiyorum. Ne olur bana kuvvetli bir hoca bulun. En azından lisan-ı hal ile der. O halde o altyapı ne olmuş oluyor? Mevhibe olan nimete temel teşkil ediyor. O altyapı da kisbî oluyor. Yani bir yerde kazanç halinde miras gibi intikal ediyor.

Çünkü mevhibe sûretinde zuhur edecek bir velayet gibi büyük çaptaki bir mühim sıfatın bile altyapısının içine kesb (çalışma, gayret) giriyor. Kesb-i beşeri, yani insanın emeği giriyor, aklı giriyor, şükrü, düşüncesi giriyor, himmeti giriyor. Evet, dolayısıyla velayet; yani Allah dostluğu iki suretle zuhura gelebilir. Biri muktesep suretinde, diğeri mevhibe suretindedir. 

Üstat Hazretlerinin de (Bediüzzaman) velayeti mevhibe ağırlıklıdır, ama o da bilmediğimiz, şeceresini bulamadığımız acaip, fevkalade seçkin bir aileden gelmektedir. Alt yapısı budur. Sonradan da mevhibe-i ilahîye mazhar oluyor, sair maneviyat yollarının, mesleklerinin mensupları gibi filan adam, falan adam, ondan istifade etmiş, gelmiş demeye lüzum kalmıyor Ali Hoca. Kulağını aç. Duydun mu? Öyle bir üstadın dersine katılıyorsunuz. Evet, Allah’ın inayetiyle. Dahası var. Burada ifade çok acayip. Bak ne diyor, telvihin birisinde.

Yani beşerde, ta Seyyidina Âdem aleyhisselamdan itibaren bütün kâinata dal budak salmış bir şecere olarak nübüvvet var.. O şecerenin daima varlığından beşeriyetin her taifesi istifade eder. Hatta inanmayanlar da o telahuk (birikim) içinde marifet-ders-tebligat olarak onlardan faydalanırlar. Yani insanlık, yine bir nebevî telahuka istinat ediyor. 

Çünkü Cenabı Hakk, en müstesna, süzülme, hür, seçilmiş bir varlık olarak yarattığı insan gibi müşerref ve mükerrem bir varlığı, o enbiya aleyhisselamın (peygamberlerin) eğitimine ve öğretimine bağlıyor. Onun için Akif’in dediği gibi bugün beşeriyetin iftihar edeceği ne varsa O masumun eseridir diyor. Ben aynı ifadeyi şimdi söyleyemedim. Hatırlarsınız, çok meşhurdur. Evet, bütün beşeriyet onun için peygamberimize borçludur. O yüzden Ahmed İhsan diyor ki, “Kardeşlerim, ders arkadaşlarım, halkımızda dahil olanlar, sadece kendileri değil, onların aileleri de -onların yetişmiş olmalarından faydalandıkları için- Ahmed İhsan’a borçludurlar. Aile boyu dua edecekler. Onlar borçlu ise bu bir alacaktır. Evet, doğrudur, hiç yanlışı yok. Dolayısıyla borçlular borcunu verecek. Acaba anlaşılıyor mu? Evet, Allah razı olsun.

Hâlbuki tarikat da var. Tarikat nedir? Tarikat bir bürhan-ı şeriattır. Yani şeriatın ne olup ne olmadığını, hiç olmazsa fâniyat içinde sızıntılarını görmek şeklinde meyvelerini, semerelerini insan görmek ister. Şeriat öyle bir kutsi hakikattir ki, insanlara o kadar lüzumlu ki, işte ona tabi olan ümmetten insanlar tarikat içinde semere verirlermiş. Yani bir çeşit evliyalığı kesbî olarak yakalayabilirler. Çünkü velayet dediğimiz meslek, risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniye-yi bir nevi şuhud-u kalbîsi ile, zevk-i ruhanisi ile aynel yakin derecesinde görür. Onun için ben kardeşlerime sık sık diyorum ki, -mesela bu Aytaç Efendiye- “Sen kendine dikkat etsen himmet arayan, şeyh arayan insanlar gibi olmazsın. Doğrudan doğruya himmetin kaynağını yakalarsın. Oradan öyle istifade edersin ki o himmet beklediğin insanlara sen himmet edecek noktaya gelirsin. Peki, bu nasıl olur? Bu sendeki potansiyeli kullanmakla olur. Evet, öyle bir teçhizatın var ki senin, hiçbir tezgâhta o teçhizat yapılmaz. Cenab-ı Hakk, hurdebini olsa bile hayatî varlıklardan her birisini, mesela bir mikrobu, küçük bir kâinat olarak yaratmış.

Hurdebini varlıklardan birisine bile böyle kâinatı istila edecek bir inkişaf potansiyeli veren Cenab-ı Hakk, o teçhizatını kâinat kadar inkişaf ettirme kabiliyetini insana mı vermeyecek? Hâlbuki insan, bizzat Cenabı Hakk’ın tayini ve takdiriyle âlemin sultanıdır.

O kadar net ve berrak olur mu? Ahmed İhsan gibi, keen lem yekun (hiç derecesinde) addedeceğin bir adam birçok derslerde diyor ki (kitabında da yazdı), “Yahu hep mi cep telefonuna mahkum olacağız. Her şeyin anonsunu ona mı yaptıracağız? Yok mu sizin kalp telefonunuz?” Ne demek bu? Yani kendi metafizik âleminizde, manevi coğrafyanızdaki cihazlardan, -hiç olmazsa- merkezi bir vazife gören kalbi, -Üstadın Risalelerde kalbin akıl gibi çalıştırılabileceğini buyurduğu gibi- kalp akıl gibi çalıştırılabilir. Evet, biz burada o kalbin işletmesinin bir denemesini yaptırıyoruz o zaman size. Bade heva (boşu boşuna) böyle geldin gittin. Olmaz. Sende o potansiyel, o cihazlar var. Sen onları işler hale getireceksin. 

Peki, Ali Hoca soruyor, diyor ki: “Bu cihazların -risaleye bakarsan- yüzden fazla olduğu söyleniyor. Veya yüzden fazla ama bin veçhesi var? Hünerlerine bakarsan binden fazladır. Peki, bunun kaçını işletebilir ki bir insan? Veya kaçını işletmesi lazım?” Evet, hedef insana, insan-ı kâmile ulaşmak için hepsini bildiğimiz fenni cihazların, mekanizmaların, şu zatın çalıştırdığı fabrikanın makinalarının çalışması gibi çalıştırmaya çalışmak lazım. Acaba bu nasıl olacak?  Olacak işte. Bu basit küçük denemeler sizi oraya taşıyabilir. Yani mücehhez bir insan haline gelebiliriz. O zaman hakikat-i insaniye denilen yaratılışın sırrı olan insan-ı kâmil noktasına, külli bir şahsiyet noktasına yaklaşır insan. Belki de kucaklar onu. 

Şöyle bir kutsi hadis var: Cenab ı Hak. Siz bir adım gelirseniz ben on adım gelirim. Siz yürüyerek gelirseniz ben koşarak gelirim. Cenab-ı Hakk böyle yürümeden, gelmeden elbette münezzehtir. O bir anlamdır, müteşabih bir ifadedir. Başka bir kutsi hadiste de olduğu gibi, “Safir nefseke ya insan” deniyor. Yani nefsinden sefer et, kaç, kaç, kaç? Duyuyor musun? Nefsinden kaç arkadaş? İlk adımda bulursun. Allah Allah! Dehşetli bir şey. Ne büyük müjde! Cenab-ı Mevlana (k.s.) bunu da kullanmış Mesnevi’sinde. Sen arıyordun diyor. İlk adımını attığın yerdeydi. Bu kadar mı yakın? Çünkü bu, “tecidi fi evvel kadem” hakikatinden istifade etmiş. Müthiş bir şey. O zaman biz ona muvaffak olamıyoruz. Niye? Çünkü nefsimizden sefer etmemiş oluyoruz. Bunun cevabı bu. Çünkü o hakikat-i kudsiyeyi tebliğ eden, emreden, ilan eden zat haşa yanlış eder mi? Kesinlikle etmez.  O zaman biz yanlışlarımızı göreceğiz onda. Yani biz nefsimizden sefer edip ayrılamadık. 

Bu konu Risale-i Nur’da var diye üzerinde duruyorum. Bizim Risale-i Nur’un asıl hedefi tasavvuf, tarikat değil biliyorsunuz. Aynı hakikattir. Ama biz ne yapıyoruz? Hakikat olduğu için bu konuyu ehli tasavvuf ve ehli tarikatın meşrep ve mesleğinden daha farklı izah ediyoruz. Yani dersimiz yine Risale-i Nur’un mesleğine uygun oluyor dolayısıyla. Yoksa biz bu mübarek cemaatı tasavvufa, tarikata çekecek değiliz. Çünkü bu meslek, fevkal mesaliktir (meslekler üstüdür). 

Buraya da yazdırıyorum hiç çekinmeden. Çünkü alabildiğine tenkit edenler çıkar. Ama burada yazılı olduğu için Ahmed İhsan inkâr edemez. Herkese karşı da onu müdafaa edebilir biiznillah. Evet. Öyleyse ne oluyor? “Tecidini fi evveli kadem” den istifade edemedik ise demek ki “Nefsinden sefer et” hakikati bizde tahakkuk etmemiş, nefsimizden sefer etmemişiz.

 Böyle olabilmesi, aynel yakin derecesinde müşahedeye mazhar olmasıyla o kutsi hakikat olan şeriatı tasdik ediyor. Ve onun tasdiki ise risaletin hakikatine kati bir delil ve hüccet teşkil ediyor. Çünkü şeriatın ders verdiği ahkâmın hakikatlerini tarikat zevkiyle, keşfiyle, ondan, istifade ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğunu müşahede etmek, onun Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bahirdir (çok açık ve kesin bir delildir). Yani o noktayı başlangıçta derk edemiyor ama sanki bir kısım deneylerle yakaladığı işaretlerden istifade ediyor. Bu şeriat neymiş ya? Risalet neymiş? Onun hakikatine ulaşabilsek, bizim yollardan birisinden girerek daha bir üst mertebeye, mesleklere atlayarak onun hakikatine ulaşsak demek istiyor. Evet. Çünkü o şeriat bürhan-ı bahirdir. 

 “Biz Müslümanız” diye hep göğsümüzü dövüp duruyoruz. O zaman bizim bu hakikatlerden nasiptar, hissedar olmamız lazımdır. Yani hadi Ahmet İhsan’ın kalp telefonu hastalıklı, bayatlamış bir insanın kalbi. Ama Metin kardeşimin kalbinde bir arıza yok ki. Pili bitmiş değil. Sonra o kıdemli gençlerden de değil. O zaman en ufak bir hava cereyanı bile orada hemen aks etmesi lazım. 

Ahmet İhsan Genç
Refref Dergisi yazarı.