Çok eski zamanlardı. Küçüklüğümün delikanlılık evresine dönüşmesi için geçiş sürecini yaşamanın içinde bazen deli dolu bazen olgun ve akıllı bir genç olarak bulunduğum yıllar. Ve Fatih’te oturduğumuz evden babamla birlikte Sultanhamam, Cağaloğlu mevkiindeki han içindeki iş yerine yazları birlikte gider işe yaramaya çalışırdım. Babam da hem memnun olurdu hem de hayatı tanımam için fırsat olarak görürdü. Bugüne bugün en hareketli piyasalardan biri olan tekstil, kumaş sektörünün kalbi orada atıyordu. Pek çok han ismi biliyorum; içlerinde yüzlerce dolu kumaş dükkânları vardı. Hanlar geçmişi Osmanlı’ya kadar dayanan ve kendi iç ve çevre kültürüyle, teşkilat ve donanımlarıyla koca bir ticaretin yükünü kaldıran babayiğitler gibi yan yana, omuz omuza dizilerek kesif bir ticaret ağırlığını modern, avlulu, döner merdivenli daha ziyade zamanın mimari ve kullanım biçimine uyarlanmış yerlerdi.
Fonksiyonelliği ile yüzlerce handa ticaret bir nehir gibi akardı. Hamalları, dar yollara girebilen nakliye için küçük kamyonetleri veya Chevrolet marka kuyruklu damalı taksiler, pratik el arabaları, çayhaneleri, büfeleri, lokantalarıyla kısmen halen o havayı yaşayabileceğiniz mekânlar olarak canlı ve hareketli bir İstanbul’da ticaret portresini bizlere yansıtıyordu. Elbette pek çok detayına aklımızın ermediği yaşta ve büyük tüccarların ekonomiyi yönettiği bir konumda han katlarında, sokak aralarında kendimi arayarak babama yardımcı olmaya çalışıyordum. Getir götür işlerini öğrenmiştim çok şükür. Sakın hafife almayın; orada ayak işleri gibi görülen en ufak işler bile bazen çok değerlidir. Çırakların kalibresi ve kalitesi orada anlaşılır. Ve elbette işin eğlenceli yanlarını da çocukluk tarafımız merakla kurcalardı.
Hanımızın adı “Milas Han”dı. Meşhur yangın geçiren Gürün Han ve Keskin Han’a yakındı. Yeşildirek merdivenlerinin hemen altındaydı. Kâğıt, matbaa, poşet, plastik ve bilumum tamamlayıcı ürün sokak aralarına ve han bodrumlarına dağılmış vaziyette konumlanmış iç içe dayanışmanın samimi ortamını oluşturmaktaydı. Burada oluşan ortam hem ticaret mektebi hem de insaniyet okulu idi. Saygın tüccarların, samimi iş sahiplerinin, yıllanmış elemanların kıymetli şahsiyetler sergilediği o mekânlar en küçük oda hücrelerinden en geniş caddelerine kadar insaniyetin izlerini yüreklere hissettirerek gün geçirirdi. Sabah çok erken saatlerde kepenkler kalkar, dükkânlar açılırdı. Genellikle komşu dükkânların el birliği ile kahvaltılar yenir veya ekmek arası sandviç, börek, poğaça ve çay faslıyla tamamlanırdı. Hanlar geceleri kapanırdı ama hanın bekçileri veya çavuşları vardı. Handa kalırlardı. Han onlardan sorulur ve gelirlerini de han sakinleri temin ederdi. Büyük patronlar asma kat veya üst katta ki odalarında kuşluk kahvelerini içerek işe başlarlardı. Bazen bakarsın herkes hiçbir iş yapmıyor boş boş oturuyor gibi görünürdü birden bir bakmışsın kan-ter içinde yük indiren, yük bindiren, koşuşturan insanların heyecanıyla ortalık çalkalanmaya ses duvarları aşılmaya başlamıştır.
Bende bu hengâmenin ortasında yeni yetme gariban bir hayat yolcusu olarak dolaşırdım. Ve civar bölgelerde evrak taşıma, ufak tefek alış verişler veya bazı paketleri götürme işleri benim uhdemde idi. Aşir Efendi, Sultanhamam ve Cağaloğlu civarında kuş gibi uçarak, seke seke koşarak ulaklık yapıyordum. Elbette çocuk kalbi meraklı bakışlar arasında sokaklarda çok ilgimi çeken dükkânlar, vitrinler oluyordu. Nedense beni en çok etkileyen vitrin Cağaloğlu yokuşunun başını hemen geçince sokak köşesinin kavisli kıvrımında güzel bir konuma sahip lüks kırtasiye dükkânının vitrini idi. Işıl ışıl parlayan göz kamaştırıcı ürünleriyle vitrin tam bir müzeyi andırıyordu. Beni her seferinde çok cezbetmiştir. Gerçi meşhur bir dükkân olduğunu, birkaç neslin ocağı olduğunu ve içeride asude bir ortamda çalışan tezgâhtarların yıllanmış olduklarını sonradan öğrendim. Kadim bir ticarethane olarak İstanbul şehrinin en mutena kavşağında tam köşe başında bulunan bu dükkân hep gözüme mücevher dükkanı gibi gelmiştir. Tarihi ortamların içinden tarihi bir izlenimle uzun uzun vitrinine bakar bazen de dalar giderdim. Hemen yan sokağının içine dönerek ilerleyen dükkânlar da onun arkadaşları gibi fiyakalı delikanlılar misali yanına dizilmişler aynı vitrin görüntüsünü bazı nüanslarla sergileyerek eşlik ederlerdi. Ve hemen yanı başlarında da büyük postanenin görkemli merdivenleri ve giriş kapısı size nerede olduğunuzu hatırlatmaya hacet bırakmaksızın hemen ayakucunuzda belirirdi. Burası Bâb-ı Ali denilen saltanat mekânlarının boy gösterdiği bütün insani hallerin kaldırımlarına kadar sindiği mekânlardı. Acemiliği aştıkça her dışarı çıktığım da bu sokaklar, caddeler, binalar daha bir tanıdık ve aşina gelmeye başlardı. Sonraları yol tarifleri ve kestirme yolların han içinden ara yollardan geçişlerin izini sürerek baya bir tecrübe kazanmış oldum. Bu konuda babam çok maharetliydi. Hangi han nereye çıkar, hangi caminin avlusundan neredeki caddeye bağlanılır orada yaşamış yılların birikimiyle ustaca yol alırdı. Sanki şaşkınlık veren sürprizlerle dolu bir yolculuk yaşar gibi olurdum. Ve hele daracık geçiş yollarından ve han içlerinden birden kestirme yollara çıkışlarımızı hiç unutamam. Labirent içinde kaybolmuş olmak öğrenene kadar çıkmaz sokaklara girmek herkes için olduğu gibi benim içinde mukadderdi. Ama bir de öğrenince o zaman mekânlar daralır, adresler kolaylaşıverirdi.
Bu lüks kırtasiye dükkânı benim o yıllarımın takıntılı mekânıydı. Çocuk tutkusu, merak bağlılığı hep kendimi önünde bulduğum bir heyecan anına sürüklerdi. Evet, gerçekten vitrinin önünde çok heyecanlanırdım. Ve aç insanın lokanta camekânından baktığı gibi kendimden geçerek zamanı unuturdum. Ne mi vardı vitrinde?.. Kalem, daha doğrusu kalemler. Özenle kutuları açılmış, renklerine itina ederek dizilmiş, markalarına göre itibar edilerek kat kat yerleştirilmiş çeşit çeşit kalemler. Dolma kalem, tükenmez kalem ve kurşun kalem… Hele kurşun kalemler… Metal gövdeli ve 0,5 – 0,7 uçlu çok gösterişli mekanizmalarıyla hayran bırakan o kurşun kalemler. Ah o kurşun kalemler… Biz kurşun kalem deyince odundan kalemleri bildiğimiz için onlar uzay çağının ürünleri gibi gelirdi.
Basmalı kalemlerden tek seferde ucundan çıkışı ve kurşun uçların kaleme yerleştirildiği hazne, üstü silgili tıpa ve metal kapak. Bize farklı bir teknoloji ürünü olarak görünürdü. Dolma kalemler hakeza. Tüpleriyle birlikte kutularda yedek bulundurulan veya özel sıkıştırmalı gövdelerde basarak boşaltıp çeken mürekkep hazneli olanlar renk renk yan yana dizelenmiş bir sanat eseri gibiydi. Renk renk derken çoğu siyah, lacivert ve son zamanlarda koyu kahve ve koyu yeşil renkleri görünmeye başlamıştı. Tükenmez kalemler ise gerek üstten basmalı gerekse çevirmeli mekanizmalarıyla özel bir yeri vardı. Benim gözdelerim Sheaffer marka üçlü kalem setiydi. Nikel üst kısmı ile simsiyah alt tarafın birlikteliği içimde ne esintiler savururdu. Tükenmez kalemi de çok orijinal bir açılma şekline sahipti. Kalemin cep takma kısmına basarak kalem açılıyordu. Ve teknoloji gerçekten mükemmeldi. El alışkanlığı ile aç kapa yaparak oynansa bile kolay kolay bozulmazdı. Ve elbette beyaz nokta. Setin her parçasında kalem başlarının takma klipsinin ucunda klasik bir beyaz nokta bulunurdu ki kalemin alamet-i farikasıydı. Bir nokta deyip geçmeyin sanki o olmazsa bir eksiklik olur, o varken bir asalet aksederdi. İşte benim hayalimi süsleyen ve hevesiyle beni sürekli vitrinlerinin önüne çeken bu kalemleri kim bilir kaç kere dakikalarca seyretmişimdir. Halen o zevkli bakışlarımı içimde hissediyor ve o vitrini özlüyorum. Çoğu sefer kendimle cebelleşirken birkaç kez cesaret edip içeri girmişliğim neticesi heyecandan ne soracaklarımı unutup utanarak çıkışmış birinin yaşadıkları gülünç tecrübeler hanesine yazdığım hatıralardan bazılarıydı. Bir seferinde nasıl olmuşsa olmuş kendimi içeri sokmuş, şaşkın şaşkın bakarken tezgâhtar beyefendinin sesiyle irkilerek, “Şu, şu vitrindeki kalemler kaç para” diye sorabilmiştim. Ve bir kaç işaretten sonra istediğim kalem setini göstererek öğrendiğim fiyatın ardından matematiğimin altüst olmuş vaziyetiyle mahcubiyetimden kendimi dışarı zor atmıştım. Çünkü benim için ancak hayal edilemeyecek bir meblağ tutuyordu. Ama bu benim tutkumu söndürdü mü? Elbette ki hayır. Ben onları vitrinde de çok sahipleniyor ve beğeniyordum. Kesik uçlu dolma kalemler farklı ölçülerde özel bir kutu içinde dolma kalemlerin yanı başında beni hülyalara götürüyordu.
Harçlıklarımı biriktirmeye başladım. Kararlı bir hedef belirledim. Neden olmasın diyerek ama kimseye de bu çocuksu hevesimi fark ettirmeyerek derinden bir sevinç duydum. Bu aldığım karar bile benim için çok önemli ve mutluluk vericiydi. Sanki kalemlere âşık olmuş ve dağları delmek için Ferhatlığa soyunmuştum. Kendimi dağ gibi bir yük altına girmiş hissediyordum. Bunlardan elbette ailemin haberi yoktu. Utanıyordum. Biz biraz çekingen yetiştik. Rahat hareket edemezdim. Ama kalemi almayı kafaya koymuştum. İçimde şiddetli bir iştiyak olmuştu. Sürekli vitrinin önünde seyrime devam ettim. Her yol uğrağımda veya yolumu düşürdüğümde selam verir zevkle seyrederek ayrılırdım. Belki birkaç yıl yaz ayları bu şekilde devam etti. Kışları uyuyan yazları yeşeren bir heyecan çiçeği gibi her sene hayallerimin gerçekleşeceği günü aradım. Elbette bu kalem sevdası beni bir kaleme sahip kıldı. Fakat kalemin kendisinden ziyade kâğıda döktüğünün değerini sonradan anladım. Kalemin kâğıtsız olmayacağını, kelamsız olmayacağını nice vitrin ziyaretlerimin sonunda derk ettim. Ama o kalemlerin seyri yine de beni cezbediyor. Yazmaya beni daha bir heyecan ve iştiyakla çekiyor. Onları antika birer sanat eseri olarak görmüş ve öyle değer vermiştim. Ama manalarını ve neyi ifade ettiklerini daha sonra anladım. Kalemin medeniyet serüveni içinde bende kendimce bir kalem yolculuğu yaşamış oldum. Kaleme sahip olmanın kelam’a sahip olmak demek olmadığını ama kalemsiz kelamların havaya karışacağını öğrendim. Kalemlerin kalitesinin yazdıkları yazıdan, tutulan elden ve temsil ettiği manadan kaynaklandığını da öğrendim. Şimdilerde artık tuşlu kalemler kullanıyoruz. O güzide markalı kalemler prestij ve itibar göstergesi oldu. Gerçekten artık müzelik bir tarih gibi kaldılar gelişen teknoloji yanında. Fakat kalem kalemdir. Manası ne biter ne de tükenir…
O kalemlere ve başkalarına da sahip oldum. Ve yazmanın kıymetini de anlayarak kaleme önem vermeye güzel bir hatıra olarak hayatımda seçkin bir mana taşıması benim kazancım oldu… Belki şimdilerde o kadar lüks ve güzel kalemlerle yazmıyorum ama kalemin değerini biliyorum… Ve en önemlisi kalemle yazmanın, yazı yazmanın önemini kavrıyorum…
Kalem kudsî bir âlettir. Onu “bismillah” ile ele almak lâzım.
Kuş Sütü / Ahmed İhsan Genç
Kaleminize sağlık👏
Teşekkür ederim. Okuduyup değer verdiğiniz için memnun oldum. Allah’a emanet.
O günlere ve oralara götürdün üstad.eline,emeğine sağlık…
Abicim sizlere bir esinti verebildiysem ne mutlu. Duygular paylaşan olunca bir başka canlılık ve güzellik oluşturuyor. Beni anladığınız ve hissime ortak olduğunuz için teşekkür ederim. Dualarınızı eksik etmeyin. Allah’a emanet olunuz…